Hazır aklımdayken…

Bol keseden sallayayım dedim.

Tag Archives: TSK

TeSeKa Zihniyeti – Ustalık

Bir önceki yazımda askerliğin usta birliğine katılmaya kadar olan kısmını anlatmıştım. Bu bölümde askerliğin asıl kısmı olan usta birliğine değineceğim.

Askere gitmeden evvel internette bayaa bir yazı okudum. Ekşi sözlük‘teki bir entry’de “askerlikte 3 gün çok zordur, acemi birliğinin ilk günü, usta birliğinin ilk günü ve usta birliğinin ikinci günü” deniliyordu. Benim açımdan bu tespit acemi birliği kısmı için geçerli olmasa da kesinlikle usta birliği için geçerliydi.

Usta birliğim Sakarya Taşkısığı Kışlası’ndaydı. Sakarya’dan kısaca söz edeyim. Üniversite öğrencileri sayesinde oldukça canlı bir şehir merkezi var. İstanbul’daki İstiklal Caddesi’ne denk düşen bir Çark Caddesi’ne sahip ve aynı İstiklal gibi bu cadde de araç trafiğine kapalı. Sağlı sollu dükkanların, kafelerin toplandığı sokaklar, sinemalar yer alıyor Çark Caddesi ve çevresinde. Bu caddenin sonunda Sakarya Tugay Komutanlığı’nın yer aldığı Çark Kışlası var. Usta birliğine giderken benim elimdeki kağıtta adres olarak sadece Adapazarı/Sakarya yazdığı için bir umut bu Çark Kışlası’na gittik. Nizamiyedeki askere burası mı diye sormaya giderken dayımın “ulan yaşadın ha” dediğini ve askerin “burası değil Taşkısığı’na gideceksiniz” dediğini hala çok net hatırlıyorum.

Neyse, bir şekilde kışlanın yerini tespit ettik ve teslim oldum. Girişte çantalar arandı, telefon konusunda göz dağı verildi ve gedikli bir asker 4-5 kişi olduğumuzda bizi alıp bölüğe götürdü. İlk karşılaştığım adamlar gayet düzgün tiplerdi şansıma. Ama 15-20 dakika sonra bölüğün geri kalanı akşam yemeğinden dönünce işler değişti. Her ne kadar yeni olduğunuz için hepsi iyi davransa da bakınca kimin ne mal olduğunu tahmin edebiliyorsunuz.

Zaten moraller bozuk bi de yeteri kadar yatak yok koğuşta. Neyse bi dolap buldum eşyaları ona koydum, çantaları indirdim bavulluğa. Yatak işini de geçici olarak gece görevlilerinin yataklarında yatarak çözdük.

Böyle bir ortamda uzaktan bile olsa tanıdık bir yüz görmek adamı sevince boğuyor. Benim şansıma İzmir’de nizamiyeden girdiğim anda tanıştığım ilk kişi ile aynı yere düşmüştük. Ve yine şansıma adamın hası olarak tabir ettiğimiz kişilerden çıktı kendisi. Şu askerlik hayatım boyunca tanıdığıma sevindiğim 2-3 kişi var ve kendisi kesinlikle 1 numaradadır. Bizim oradaki uzun dönemlerin 3-4 tanesi hariç hiçbiri beş ara etmez adamlardı ama işin asıl acıklı yanı kısa dönemlerin de arasında adamdan sayamadığım kişiler olmasıydı. Yani demek istediğim askerliğin en zor yanlarından biri adam gibi adama pek rast gelememekti benim açımdan.

Usta birliğinde ilk çıkan sorunlardan biri mıntıka oluyor. Gelir gelmez başlıyorsunuz mıntıkaya. Askerde bu konuda 2 tip gayrı-resmi uygulama var: devrecilik ve sıracılık. Devrecilikte üst devreler alt devreleri köle niyetine kullanırlar. Botunu boyatmak, nöbetine göndermek gibi işler buna dahildir. Sıracılıkta ise mantık mıntıka, eşya taşıma gibi angarya işlerin yeni gelenler tarafından yapılmasıdır. Bizde sıracılık vardı. Devrecilik olsa eminim çok büyük kavgalar çıkardı ama sıracılıkta insan temizliği kendi için yaptığını, zaman öldürdüğünü düşünerek avunuyor. Zaten zaman ilerledikçe yeni tertipler geliyor ve sizin işiniz iyiden iyiye azalıyor ve bir süre sonra hiçbir şeye karışmıyor oluyorsunuz. Ama sonuçta tuvalettir, bulaşıktır, koğuştur temizledik. Bir süre sonra insan baysa da genellikle benim pek sorun etmediğim bir konuydu mıntıka. Yalnız hatırlıyorum ilk günlerde bir komutana gidip “biz hardcore mıntıkaya giriyoruz, bulaşık yıkıyoruz normal mi bu” diye sorduğumuzda kendisi “bunlar askerliğin örfi kurallarıdır yapacaksınız” demişti. Sonradan öğrendik ki kendisi kısa dönemlerden hazzetmezmiş.

Pazartesi sabahları kışla içtima adı verilen ve kimilerinin şafak yerine kaç tane pazartesi kaldığını saymasına sebep olan bir mevzu var. Bu kışla içtimalar askerliğin ne denli gereksiz bir şey olduğuna kanıttır benim gözümde. Bütün kışladaki askerler bir araya gelir, selam durur, kışla komutanını rahatta dinler. Kışla komutanı da her hafta ne anlatacağını bilemediğinden olsa gerek kesinlikle “aslan yattığı yerden belli olur, mıntıka temizliğimizi düzgün yapalım” der. Sonra da tören geçişi yapılıp bölüğe doğru gidilir. Bizim bölük komutanı sıkıntılı olduğundan kimi zaman kafasına göre istikamet verir, yatırıp kaldırırdı bu içtimalarda.

“İstikamet diye bir kelime geçti orada o ney la?” diyenler olmuştur. Öncelikle şunu belirteyim askerde dayak yok. Hakikaten yok, varmış bir zamanlar ama artık yok. Tabi bu sizi yanıltmasın, dayak olmaması eziyet olmadığı anlamına gelmiyor. İstikameti post-modern dayak olarak tanımlayabiliriz. Diyelim sıradasınız ve o anda komutanın tepesi bir şeye attı (sırada konuşulması, birinin saç/sakal tıraşının kötü olması, bölüğün yeterince bağırmaması gibi herhangi bir şey olabilir bu). “İstikamet solunuz, dağılın marş marş” lafını duyduğunuz anda biliniz ki sıçtınız. Eğer ufak tefek bir kabahat varsa birkaç defa belirtilen istikametlerde koşarsınız ve belki “yat” komutu gelirse yatarsınız. Bizim yediğimiz en sağlam istikamette 2 kişi revire kaldırıldı. Birinin tansiyonu 18’e çıkmıştı, diğeri kusuyordu. Bu şekilde boku çıkartılmadığı sürece çok da dert edilecek bir şey değil. Hatta ben biraz eğlenceli bile buluyordum. “Yat” komutuyla kendimi yere atıp elimi yardığım, dizimi/dirseğimi taşa çarptığım ve daha sonra bunları arkadaşlarla birbirimize anlatıp yarıldığımız olaylar yaşadım. Böyle de büyük eğlence var askerde.

Ara sıra arama yapılıyordu bölükte. Bizim ilk aramamız hoşgeldiniz şovu niteliğindeydi. Herkesin çantaları açıldı, didik didik edildi. Eski yatakların arasından telefon çıkınca 1 ay çarşılar iptal edildi. Gerçi 3 hafta sonra çıktık ama ilerleyen dönemlerde bu çarşı iptallerine bol bol maruz kaldık. Bu aramalarda amaç bir şey bulmaktan ziyade “akıllı durun lan” mesajı vermek gibi geliyor bana. Yalnız bir kere mermi kaybolması şeklinde bir olay yaşandı ve bunun ardından ciddi bir arama yapıldı.

Hazır çarşı lafı geçmişken o konuya gireyim. Yukarıda Sakarya’yı ve Çark Caddesi’ni anlattım zaten. Çarşı insanlığınızı hatırlamanız açısından önemli bir husus. Fakat bizim ultra yetkin komutanlarımız bu çarşıları kilitlemeyi (yani iptali) pek severdi. Usta birliğinde en uzun çarşıya çıkamadığım süre 2 ay olmakla birlikle son haftayı saymazsam toplamda 5 defa bu hakkı kullanabildim (diğer bölüklerde bu sayı 16-17 mertebesindeydi). Bu çarşıların kilitlenmesinin saç tıraşınızın düzgün olmaması veya çarşafınızın yeterince gergin olmaması gibi çok önemli sebepleri olabilir. Bu tarz kişisel sebeplerin yanı sıra aynı bölükte olmak dışında alakanız olmayan birinin uyuşturucu kullanıyor olması, nöbette uyuması, kavga etmesi de çarşıya çıkmanıza engel teşkil eden konulardır. Tüm bu sebepler arasında en hoşuma gideni ense tıraşımın düzgün olmaması sebebiyle çarşıya çıkamamış olmamdır. Halbuki ense tıraşımın düzgün olmamasının sebebi zaten haftalardır çarşıya çıkamamaktı. Tüm bunların üzerine bir de kartımı başkasına vermek istemediğim için bir süre sonra parasız kaldım. İzin alıp İstanbul’a döndüğümde cebimde 1,5 TL vardı.

Çarşı konusu üzerinde durmak istiyorum çünkü çarşı dediğimiz şey sivil hayattaki yıllık izin gibi bir şey. Çok büyük bir hevesle bekliyorsunuz ve genellikle yetmiyor. Aslında yapabileceğiniz çok bir şey de yok. Sabah adam gibi bir kahvaltı edebiliyorsunuz, para çekiyorsunuz. ihtiyaçlarınızı tamamlıyorsunuz, internete girip dünyadan haberdar oluyorsunuz, kafenin birinde oturup çay/kahve içiyorsunuz ve bir şeyler yiyip dönüyorsunuz. Tüm bunları 6-7 saat içinde yapmanız gerekiyor. Ben ilk çarşımda nedense sürekli bir geç kalıyor olma telaşı hissettim ve pek bir şey anlamadan döndüm. Daha sonraları çarşıdan mutsuz dönen başka kişileri de görünce bunun pek de anormal bir durum olmadığını farkettim. Yani çarşı güzel bir şey ama her zaman mutlu etmiyor. Hele bir de aklınızın uyduğu adamlarla beraber çıkamazsanız kışlada olmamak dışında bir artısı kalmıyor.

Usta birliğinde çarşı dışında bir de evci izni var. Bizde yine sıkı bir şekilde mümkün olduğunca kısıtlandığı için en fazla 2 defa çıkabildi bizim tertipler. Bu izin tipinde ailenizden biri sizi cuma 5 gibi kışladan alıyor ve pazar 5’te geri dönüyorsunuz. Bazıları bu süre içinde evine gidiyor ama ben dönüşün acı koyacağını tahmin ettiğimden Sakarya öğretmen evinde kalmayı tercih ettim. Hem yol derdi olmadı hem de ailemi görmüş oldum. Adamına göre değişir ama yine olsa yine eve gitmezdim. Askerde mümkün mertebe sivili unutmak uyum sorunu yaşamamanız açısından önemli. Ha tabi duyduğuma göre her hafta evci iznine çıkılabilen yerler de varmış. O durumda zaten sivil hayatla iç içe olunacağı için böyle bir sorun yaşanmaz.

Diğer bir izin tipi bildiğiniz kanuni izin. Askerlik yapacağınız ay sayısının 2 ile çarpınca toplam kanuni izin sürenize ulaşıyorsunuz. Kısa dönemler için bu süre 6×2=12 gün şeklinde. Dediğim gibi ben 2 ay aralıksız olarak çarşıya çıkamadım, param bitti ve ufukta çarşıya çıkabilecem gibi bir ibare de yoktu. Hatta bir keresinde ailem gelmek istemişti ve bunu yazıcılığını yaptığım komutana ilk kez bir taleple gidip “ailem gelecek çarşıya çıkabilir miyim” dediğimde “hayır” yanıtını alıp dönmüştüm. Arkamdan “kişisel alma kimseye izin vermiyorum” diye seslenerek gönlüme su serpmişti. Çok kral adamdı anlayacağınız. Tüm bunların üstüne bir de spor denetlemesi çıkınca “eah sikerler” deyip 4 günlük izin aldım. Almanız gerekiyorsa çekinmeyin alın bu izni. Ama unutmayın ki sizin tertipleriniz terhis olurken siz o izin olarak kullandığınız günleri asker olarak geçireceksiniz.

Yazıcılık yaptığım sırada askerliğin kağıt üzerinde ne kadar mükemmel planlanmış bir sistem olduğunu gördüm. Herhangi bir askerin ne gün ne yapacağı 1 sene önceden planlanıyor, olası sorunlar göz önünde bulundurularak haftalık emirlerle bu planlar güncelleniyor. Hangi bölüğün ne yapması gerektiği, takımların eğitimleri, eğitim dökümanları, askerlerin görev tanımları her şey net şekilde belirlenmiş. Teoride durum bu. Problem uygulamada başlıyor çünkü herhangi bir uygulama söz konusu değil. Önceki yazımda acemi birliğinde askerlik namına hiçbir işe yarar şey öğrenilmediğini söylemiştim. Bu usta birliği için de geçerli. Yine bol bol uygun adımda yürüyorsunuz, selam veriyorsunuz, tüfekli tüfeksiz hareketler yapıyorsunuz. Diyelim eğitim çizelgenizde o hafta tank mayınları, çelik inşaat yapıları, bubi tuzakları ya da afet yardım yer alıyor. Bunların yerine siz uygun adımda yürüyorsunuz, sağa sola dönüyorsunuz, yeri gelince istikamet yiyorsunuz. Bir istihkam askeri olarak ne mayın tipleri hakkında eğitim aldım ne de bubi tuzakları hakkında. TMK’daki görevim telsiz ve telefon işletmenliği olarak geçiyordu ama telsizi elime almışlığım yok.

Bu anlattığım durum spor faaliyetleri için de geçerli. Bu da normalde haftalık planda yer alan bir konu. O hafta bomba mı atılacak, 3 km teçhizatsız mı koşulacak artık her neyse hangi gün hangi saatler arasında yapılacağı belirlenmiş. Tabii ki uygun adımda yürümekten zaman bulamadığınız için bunları da yapamıyorsunuz. Bazen komutanınızın canı sıkıldığında bölükle dalgasını geçmek için spor alanına götürüp hayatında toplasan 20 şınav çekmemiş adamlara 50 şınav çektirdiği oluyor. Askeri standartlara göre 8 barfiks çekmeniz lazım ama ben 1 tane çek(e)medim. Zaten ikinci ayımın sonunda sol omzumda oluşan ağrıyı askeri ortamda teşhis ve tedavi ettiremediğim için barfiks, şınav gibi şeyler benim yapabileceklerimin dışında kaldı.

Mart ayında dediler ki nisanda spor denetlemesi var. Spor denetlemesi denilen şey 3 km teçhizatlı koşu, şınav/mekik/barfiks üçlüsü, bomba atma ve askeri pentatlondan oluşuyor. Tüm bunlar arasında en fantastiği askeri pentatlon. Ne olduğu ile ilgili bir video gelsin hemen:

Gerçi bu videodakiler Türk askeri değil ama önemi yok, askeri pentatlon dediğimiz şey tam olarak bu ve askeri standartlara göre 4,5 dakikada tamamlanması gerekiyor. Ben 2 defa girdim ve ikisinde de yarısına gelemeden bıraktım. Bunda da elimi kolumu yarmışlığım var. Hatta benden sonra gelen eleman “bu ne ya duvarda kan var” diye bağırmıştı.

Spor konusunda garip bir mantık izleniyor. Herkesin sivil hayatta fit olduğu, tek elle 20 barfiks çekebildiği varsayılıp bunu askerde devam ettirmesi bekleniyor. Şınav çektirirken komutanımızın “anca göt büyütmüşsünüz” şeklindeki serzenişi vaziyeti açıklar nitelikte. Herkesin kondisyonunun farklı olduğu, bunu ölçtükten sonra geliştirilmesi için uygun idmanların sürekli olarak yapılması şeklinde bir yaklaşım söz konusu değil. Sporcu bir kişilik olmadığım için onlardan daha iyi bilemeyeceğimi düşünüyor ve konuyu kapatıyorum.

Spor denetlemesi haricinde bir de teşkilat denetlemesi geçirdik. Teşkilat denetlemesinde sınıfının özelliklerine göre bölüğün görevlerini ne ölçüde icra edebildiği inceleniyor. Bizde mayın tarama, bangolero torpedo (boru yani) ile dikenli tellerde geçit açma, mayıs tarlasından geçiş gibi konular icra edilmişti. Tabii ki bu bahsettiğim konularda almamız gereken eğitimleri haftalık eğitimler esnasında almadığımız için olan yine bizim çarşıya oldu, cumartesi günü araziye çıkıp mayın tarlasından geçmeyi öğrendik.

Denetleme sırasında denetlemeye gelen albayların aslında durumun ne olduğunu bildiklerini hissediyorsunuz. Adamlar da düzgün eğitim verilmediğinin bilincindeler gibi gelmişti bana. Zaten işi denetlemek olan birinin bunu farkedebilmesi gerekir. Ama belli ki bu düzen çok uzun zamandır böyle işliyor ve düzeltmek pek mümkün gözükmüyor.

Bu iki denetlemenin dışında bir de kara kuvvetleri komutanı geldi kışlaya. Onun şerefine kışlanın duvarları kireçlendi, otlar yolundu, çiçekler ekildi. Tabii ki hafta içinde çok çalıştığımız ve osuracak vaktimiz olmadığı için tüm bunlar tugay komutanının emriyle hafta sonu yapıldı. Bizim çarşılar yine iptal oldu yani.

Tam bizim terhis olacağımız hafta bir de arazi tatbikatı çıktı piyasaya. Allah’tan biz katılmadık ona. Yaşamadığım için detayına giremeyeceğim ama 30 kiloluk çantalarla arazide ilerlendiğini, çadır kurulduğunu, türlü amelelikler yapıldığını tahmin ediyorum.

Nöbet, usta birliğinin olmazsa olmazıdır. Bölük yazıcısı, silahlıkçı ya da herhangi bir gece görevi gibi stratejik bir pozisyonunuz yoksa nöbete gidersiniz. Bizde genellikle 2’şer saatten 1 gündüz 1 de gece nöbeti tutuluyordu her gün. Benim önem verdiğim ve elimden geldiğince nizami bir şekilde tuttuğum nöbetlerde diğerleri zaman zaman uyur ya da nöbet yerini terk ederdi. Nöbetin neden tutulduğu, nasıl tutulması gerektiği, olası bir tehdit altında nasıl davranılacağı, ne zaman ateş açılacağı öğretilmediği ve tatbik edilmediği için komutanlar tarafından da nöbete önem verilmediği sonucuna vardım. İmamın osurduğu yerde cemaatin sıçması son derece olası olduğundan askerlerin bu davranışını garipsememek gerekiyor.

Gündüz nöbeti bir çok angaryadan ve cezadan yırtmak için büyük bir fırsat olduğundan pek çok kişi istekli olarak gider. Gece nöbetlerinde ise durum bunun tam tersidir. Gecenin 3’ünde adamın biri gelip “kalk nöbetin var” dediğinde sıcacık yatağınızdan iner, üstünüzü giyer, tüfeğinizi alır, doldur boşalt yapar ve nöbet yerinize gidersiniz. Sakarya’nın leş gibi nemli bir havası olduğundan gecenin bi vakti yağmur yağmamasına rağmen ıslanabilirsiniz. Her türlü boktandır gece nöbeti.

Ben ne kadar kötü olursa olsun mümkün olduğunca şikayet etmemeyi denedim askerde. Bu benim için çok önemli çünkü bir kez şikayet etmeye başlarsam o işi yapmakta daha çok zorlanıyorum. Her gece nöbetine kalktığında ana avrat düz giden, bir türlü kalkamayıp yatakta dönüp duran ve ağlamaklı gözlerle bakan adamlar var. Bunlar sürekli şikayet ettikleri için artık bunalmış durumdaydı. Benden tavsiye, askerde olsun sivil hayatta olsun bir sorun varsa o sorunu çözmenin yolunu arayın. Eğer askerde genellikle olduğu gibi elinizde bir seçenek yoksa şikayet etmeyin. Şikayet durumunuzu iyileştirmeyecektir.

“Eee yani iyi güzel de sen ne öğrendin askerde onu de hele” diyenler vardır. Anlatayım. Askerliğin en önemli yanı her tür insanla aynı ortamda yaşıyor olmanız. Elbette bu durum kimi zaman can sıkıcı bir hal alıyor ama kesinlikle hayatınızın başka hiçbir döneminde yaşayamayacağınız bir deneyim. Orada Türkiye ortalaması ile birliktesiniz ve emin olun hiç iyi bir durumda değil o ortalama. Hapçısı, gaspçısı, katili, torbacısı, memuru, işçisi, mühendisi, fakiri, zengini, okumuşu, az okumuşu, hiç okumamışı, evlisi, bekarı, ailesi tarafından reddedilmişi, sahtekarı, delikanlısı, sözde delikanlısı…Hayatınız boyunca uzak durmak için çabaladığınız adamlarla aynı yerde yatıp kalkıyorsunuz. Belki sivil hayatta bir ara sokakta boğazınıza bıçak dayayıp cüzdanınızı alacak adamla aynı masada yemek yiyorsunuz, beraber dertleşiyorsunuz. “Aslında onların içinde yaralı bir insan var” geyiğine girmeyeceğim, çoğu beş para etmez adamlar ve bir kısmı rehabilitasyon sınırlarının dışında. Ama bu kadar karakter çeşitliliğine sahip bir ortamda bulunmak sizin de insana bakışınızı etkiliyor. Bu yüzden asla kendinizi uzak tutmayın. Nöbetlerde hayatlarını anlattırın, geleceklerini sorun. Hak edenlerine hatrını sorun. Bizdeki bir takım kısa dönemin yaptığı gibi ilk günden enseye şaplak moduna girmeyin, yavşamayın. Örnek olun, ağır olun. Hayat boyu uzak durduğunuz ve tabii ki bundan sonra da duracağınız o adam muhtemelen hayatında örnek alabileceği biri olmadığından jiletlemiştir kendini. Bu tarz adamlara bir şekilde başka bir yolun mümkün olduğunu gösterebilirseniz herkes kazanır. Ben yapabildim mi, sanmıyorum. Elimden geldiğince dinledim, insan gibi davrandım. Mesafeli durdum ama adam yerine koyduğumu hissettirmeye çalıştım. Bir tanesinin bile hayatını olumlu yönde etkilediysem ne ala.

Tüm bu dediklerimi yaptığınızda gözünüz biraz daha açılıyor. Delikanlı triplerinde olanların ne kadar yavşak, sessiz gözükenlerin ne kadar delikanlı olabileceğine tanık oluyorsunuz. 2 gün önce “abi” diyerek yanınıza gelen, belki borç para belki bir dal sigara isteyen adamın sudan bir sebeple nasıl üzerinize yürüdüğünü görüyorsunuz. “Keşke ailesi adam olsaydı da düzgün yetiştirseydi” dediğiniz, potansiyeli olan zehir gibi ama çok yanlış yollara girmiş çocukları inceliyorsunuz. 20 yaşındaki birinin aslında hala çocuk olabileceğini farkediyorsunuz. Bu çocukların hiçbir zaman yeterince büyümeyeceğine ve kendileri gibi çocukları olacağına, bu kısır döngünün kırılmasının çok zor olduğuna üzülerek kanaat getiriyorsunuz. Kendi 20 yaşınıza dönüyorsunuz, “ben böyle miydim” diye soruyorsunuz. TSK’nın asıl amacının belki de bu yıkık dökük çocuklara adam olmak için son bir şans vermek olduğunu düşünüyorsunuz. Şansınız varsa birkaç tane kaliteli adama denk geliyorsunuz ve tüm bunlar üzerine konuşabiliyorsunuz. Aslında ne kadar az olduğunuzu anlıyorsunuz. Nihayet Türkiye’yi tanıyorsunuz, ülkede olan biten bunca kötü şeyi anlamlandırabiliyorsunuz.

TeSeKa Zihniyeti – Acemilik

349. KD olarak askerlik görevimi Aralık 2012 – Mayıs 2013 tarihleri arasında yerine getirdim. Her ne kadar hayatımın pek hatırlamak istemediğim bir dönemi olsa da yine de detaylı bir yazı yazmaya karar verdim. Bu sayede ileride canım sıkkın olduğu zamanlar okuyup “piyuu beterin beteri var la” diyebilirim.

Askerlik dediğimiz mevzu ne ara üzerinize yüklenmiş olduğu net bir şekilde belli olmayan vatani bir borç olarak açıklanır. Her Türk’ün asker doğması sebebiyle zamanı gelen ve herhangi bir engeli bulunmayan erkeklere yeşil kamuflaj giydirilip eline silah verilir. Bu noktada “herhangi bir engel” kısmını biraz açmak gerek. Anladığım kadarıyla uyuşturucu bağımlılığı, akli yetersizlik (yani mal olmak), mütemadiyen kendini jiletlemek, herhangi bir suçtan sabıkası olmak (cinayet, gasp, baklava çalmak vs.) asker olmanıza engel teşkil etmiyor. Uzuv eksikliği, körlük, sağırlık, ileri derece şeker hastalığı gibi çok net bir sağlık probleminiz yoksa, cinsel yöneliminiz kendi hemcinsinize doğru değilse, yurtdışında çalışıp dövizli askerlik hakkı edememişseniz, bi şekilde bedelliye denk gelememiş ya da o parayı gözden çıkaramamışsanız yeşil kamuflaj er-geç size giydirilir. Tabi bu dediğim çok yükseklerdeki yurttaşların sahte çürük raporu alması gibi durumlarda geçerli değildir. Ülkemiz 21. yüzyılda dingonun ahırından hallice bir mantıkla yönetildiği için adam olana semer vurulmakta, eşek olanlar kafalarına göre takılmaktadır. Sirk gibi di mi?

Ben kendi hikayem üzerinden giderek askerlik hakkındaki tecrübelerimi ve düşüncelerimi anlatacağım. 2 sene boyunca o fabrika senin bu fabrika benim modunda iş peşinde koştuktan sonra askere gitme zamanının geldiğine kanaat getirdim. Nitekim ülkemizde askerliğini yapmayana kız vermedikleri gibi genellikle iş de vermiyorlar. Çalıştığım işten bunalmıştım ve iş değiştirmeden önceki en büyük problem olan askerliği aradan çıkartmam zaruriydi. Peki askerlik diye bir zorunluluk olmasaydı ne olurdu bir düşünelim. Böyle bir durumda muhtemelen çalıştığım sırada başka işleri araştırırdım ve bulduğum zaman değiştirirdim. Fakat askere gidip geldikten sonra bu değişikliği yapmam kafadan 3 aylık bir boş gezen adamlığa mal oluyor. 6 ay askerliği de buna ekleyince 9 aylık gelir eksikliği ortaya çıkıyor. Askerde cepten yenen parayı da buna katınca nereden baksan 15.000 TL’lik bir zarar ettiğimi görüyorum. Devletin yetişmiş iş gücü kaybı bundan çok daha büyük tabi. Kısaca zarar ziyan.

Neyse, yapılacak iş çok beklerse beni rahatsız eder. Bu yüzden “bi şekilde uzatayım da bikaç sene daha gitmeyeyim” demedim, onun yerine askerlik şubesine varıp “benden asker yapın” dedim. Onlar ise yakın zamanda kaydımı sildirmiş olmama rağmen bana “senin üniversiten varmış olmaz” dedi. Bürokrasinin çok şiddetli hissedildiği TSK’ya katılabilmek için bir de silinen kaydın peşinden koşup küçük dağları yaratmış birkaç memurla cebelleşmem gerekti. Sonuçta son dakikada kabul edilebildim. Zorunlu olan bu göreve katılmak da her zaman kolay olmuyor yani.

İşi bu noktaya getirdikten sonra yapılması gereken en önemli şey bolca yeşil don almaktır. Tabi alınacaklar sadece donla sınırlı değil. O zamanlar askere gidecek başka bir arkadaşa alınacak malzemelerle ilgili attığım mail şu şekildeydi:

Kol saati
Asker cüzdanı
3 adet kilit (bot, sivil çanta, asker çantası için)
Ayakkabı tabanlığı
Nemlendirici krem (lipstick de yazmışlar ama ben erkekliğe yediremedim)
Islak/kolonyalı mendil
Tırnak makası
Pudra
Yara bandı
Mantar kremi (kış olduğundan gerekmez bence)
CD kalemi (eşyalara isim yazmak için)
Vatka (2 çift)
Telefon kartı
Deotak (1 hafta ter kokusunu engelliyormuş)
İç çamaşırı
Çorap
Diş fırçası, macun
Vitamin
Sabun, şampuan
Traş takımı
Not defteri, kalem
Çengelli iğne
Bikaç torba
Bot boyası
2 adet yastık kılıfı (Levent’in tavsiyesi)

Eldiven, bere, boyunluk, havlu, eşofman, pijama orda veriliyor götürüp götürmemek sana bağlı. Diğer şeylerin de önemli kısmı orda veriliyor ya da alınabiliyor. Bence en mantıklısı her şeyi dandik olmayacak şekilde en ucuzundan almak. Zaten çorap, çamaşır dışındakilerin çoğu madde bikaç liralık şeyler.

Ha bi de söküğünü dikebileceksen iğne iplik

Şimdi listeye baktım da gereksiz pek bir şey yokmuş. Hatta o lipstick’i de sonradan aldım ve çok işimi gördü. Kol saatim ise yeni talihlisini (ya da talihsizini diyelim) bekliyor.

Casio F-91W – Askerde legal olarak sahip olabileceğiniz yegane elektronik cihaz

Alışveriş de yapıldığına göre gidip saç 3’e vurdurulabilir. Ben zaten kısa saç seven biri olarak bu kısmı dert etmedim ama bunu çok kafaya takanlar var. Berberinizde olduğunuz o son tıraşı çok arıyorsunuz sonra. 50 kişinin kafasına değen ve hiçbir şekilde temizlenmeyen bozuk makinalarla tıraş olmak zorunda kaldığınızda saç modelinizi pek umursamıyorsunuz. Makas falan zaten yoktu bizim orada. Aslında berberhane de yoktu. 3×3 ebatında kurutma odası olarak kullanılan boş bir oda vardı. Bu odada bir adet sandalye, bir adet örtü ve askerlerin aralarında para biriktirip aldıkları, 15. tıraşından sonra bu eziyete daha fazla dayanamayarak bozulan ve sadece 1 numara kesebilen bir makine vardı. Biz de yeni kısa dönemler olarak para koyup yeni makine aldık ama onun da sonu aynı oldu. Ha bu arada para koyduk derken TV seyredebilmek için uydu alıcısı ve kablo da aldık. Tabi bu dediğim biz usta birliğine katıldıktan 1-1,5 ay sonra açılan bölük gazinosu ile oldu. Komutan tarafından yasaklanmadığı ya da topçu taburu kablomuzu sökmediği zamanlarda bol bol Damar TV izlendi, arabesk rap’e doyuldu. Daha sonra öğrendiğim kadarıyla askerin sosyal ihtiyaçları çerçevesinde bu tip hizmetlerin verilmesi zorunluymuş. Hatta bölüğe gelen telefonda “sizin bölükte Digiturk ya da D-Smart var mı” diye soran bir astsubayın  suratına kahkaha atmadan “hayır gomtanım” diyebilmiş olmam gurur duyduğum bir başarı öyküsüdür.

Neyse tıraşınızı da oldunuz. Hala girmediyseniz gidip sınava girin. Sınavla alakalı şunu söyleyeyim, saçınızı sakalınızı dert etmeden gidebilirsiniz. Benim gibi temkinli biriyseniz illa ki sabahın kör vaktinde gideceksiniz sınav yerine ama hiç gerek yok. Bir şekilde sizi alacaklar o sınava. O sebeple kalabalık olmadığından son gün gidin derim ben. Bu sınavla alakalı pek çok hurafe var. İlk gün giren yüzbaşı oluyormuş, son gün girene şınav çektiriyorlarmış, ikinci gün girersen mıntıkadan düşüyormuşsun gibi. Yalan. Ben sınavdaki tüm soruları yaptım, hepsini sallayan adamla aynı ranzada yattım. Yani pek bi olayı yok o sınavın. Zaten duyduğuma göre kaldırılmış sınav. Yerinde bir karar.

Acemi birliğine katılmadan önce yapılacak tek bir şey kalıyor: eş-dost ziyaretleri. Gidebildiğiniz kadar gidin çünkü her gittiğiniz yerde para veriyorlar. Hem önümüzdeki 6 ay pek çok davardan bozma adamla yatıp kalkacağınız için son sivil günlerinizde ne kadar çok medeni insanla bir arada olursanız o kadar iyi. Dostlarla fasıl, tanıdıklarla kahve, akrabalarla vedalaşma, annenin ağlaması olmazsa olmaz şeylerdendir.

Başta dediğim gibi ben 2 senelik çalışma hayatım boyunca çok boktan yerlere (coğrafi açıdan askerlik yaptığım yerden çok daha kötü yerler) gidip proje yaptığım için veda töreni istemedim. Kafamda sabah valizi alıp taksiye binmek vardı. Fakat askerlikle alakalı bende olmayan heyecan ailemde olduğu için onlar birliğe kadar bırakmak istediler. Neyse zor da olsa orta yolu bulduk uçağa kadar götürdüler. İzmir’den de kuzen aldı, son bir güzel yemek yedik sonra da Narlıdere İstihkam Okulu ve Eğitim Komutanlığı’na teslim oldum. Bu teslim olmak lafını hoş karşılamayanlar var. Teslim olunmuyormuş, katılınıyormuş. Bu arkadaşlara asker jargonuyla cevap vereceğim: “la yarak ne farkeder?!”.

Normalde acemi birliğinde ilk gün malzemelerinizi verirler. Ancak bizim celpte ork akını gibi 2000 kişi kapılara dayanınca adamlar organizasyon sorunu yaşadılar. Üçüncü gün saat 23:00 sularında resmen bot bağladım. O zamana dek üstümde eski LCW mont, altımda kot pantolonla sabah 6’da kahvaltıya giderken “her Türk asker doğar” diye bağırdım. Tabi sadece ben değil, yüzlerce tertip bu durumdaydı. Neyse sonra bi ara da ihtiyaçlarımızı karşılayalım diye askeri kantine götürdüler, sıra bize gelmeden “hadi toplanın bölük önüne gidiyoruz” dediler. Biraz üzüldük askı alamadık diye.

Askerliğin büyük ölçüde şekil şemalden mütevellit olduğunu acemi birliğinde öğretiyorlar. Dolabını, yatağını belli normlara uygun olacak şekilde toplamalısın. Kamuflajının ipleri sarkmamalı, paçaların botunun ilk kopçasına gelecek şekilde ayarlanmalı. Parkanın (pek çoğu buna parke der) yakaları default inik olmalı, komutan “yakaları kaldırın” emri verirse kaldırılmalı. Kimse tarafından görünmemesine karşın içinde yeşil don, yeşil atlet olmalı, çorabın siyah ya da yeşil olmalı. Elbette her sabah buz gibi suyla sakal tıraşını olmalısın. Eldiven, bere boyunluk yasak. Sırada ip gibi durmalısın diğer bir deyişle “ensede kaybolacaksın”. Sağa dönüleceği zaman sağ ayağının topuğu ve sol ayağının ökçesi üzerinde döneceksin. Zımba gibi selam çakacaksın. Tüm bunlar sana savaş kazandırır.

Nefte diye bir şey var. Şapkanın üstüne sınıfını belirten beşgen bir sembol olarak ekleniyor. Nefte ve şapka ayrı ayrı verildiğinden ve ortalarda terzi olmadığından bu ikiliyi bir şekilde bir araya getirmek askerin görevlerinden biri. Ben iğne iplik götürdüğümden dikmiştim ama çoğunluk sigara jelatinini eritip yapıştırıcı olarak kullanıyor. TSK’da genel kabul görmüş tekniklerden biri.

Çok fantastik hikayeler duymuş olsam da yıkanmak bizim orada ciddi bir sorun olmamıştı. 16 günlük acemiliğim boyunca 3 defa yıkandım. 4 defa yıkanan, 5’i zorlayanlar vardı. Halihazırda hastalıktan kırıldığımız için kimse riske girmek istemedi ve genelimiz 3’te bıraktı. Yalnız çok acıklı bi görüntü oluşuyor hamamda. Bir sürü yeşil donlu adam elinde şampuan ve havluyla boş kabin arıyor. Zaten yıkanmak dediğim de yaklaşık 10 dakikalık bir olay. Öyle kafana göre girip uzun uzun yıkanamıyorsun. Süre dolmaya yakın hamamcı “beyler 2 dakka var suyu kapatıyom” diyor. O anki yalvarışlar yürekleri dağlar. Yine de her şeye rağmen beklediğimden daha az sancılı oldu bu yıkanma işi.

Acemiliğin en büyük dertlerinden biri telefon. Herkes acemi olduğundan içeri telefon sokan pek olmuyor. Haliyle herkes ankesörlü telefonlara yığıldığı için hem uzun sıralar beklemek zorunda kalıyorsunuz hem de telefonlar adam gibi çalışmıyor. Ben 3-4 defa konuşabildim ve yetti.

Bazı acemi birliklerinde spor yapılıyormuş ama biz yapmadık. Şimdi biraz tepkili yazıyorum bu yazıyı ama askere hevesli gittim diyebilirim. Spor yapsak memnun olurdum. Tabi usta birliğinde sporun asker için ne anlama geldiğini görünce fikirlerim değişti.

Sanırım acemi birliğinde öğrendiğim işe yarar tek şey atıştı. G3 piyade tüfeğiyle (barut gazının geri tepmesiyle çalışan, 7.62 mm çapında mermi ile beslenen…) 25 metreden 3 adet sıfırlama atışı yaptık. Gerçi sıfırlamasını yapmadık, sadece atışını yaptık (böyle de mantıklı şeyler yapılıyor askerde). Atış çok farklı bir deneyim. G3 dediğimiz alet 88’lik top gibi ses çıkardığı için alana ilk gittiğimizde hepimiz bi tırstık, yalan yok. Neyse aynı anda 8-10 kişi atış yapıyor, sırası gelen gidip hedef tahtasına kağıdını iğneliyor ve tüfeğini alıp yatıyor. Şarjörler dağıtılıyor, kurma kolları çekiliyor, bağlanıyor, bırakılıyor. Atış serbest emri geldiğinde herkes “lan tepip gözümüzü morartmasa bari” diye düşündüğünden bir süre kimseden ses çıkmıyor. En sonunda biri tetik düşürünce geçici olarak duyma yetinizi kaybediyorsunuz. Aynı bilgisayar oyunlarındaki gibi çınnnnnn sesiyle her şey sessizleşiyor. Sonra siz de abanıyorsunuz tetiğe. O ilk mermiden sonra çok eğlenceli geliyor atış. Silah soğuk şey ama atış hakikaten eğlenceli.

“Ulan spor yapmamışsın, altı üstü 3 tane mermi atmışsın ne yaptın lan o zaman acemide” diyenler için diyeceğim şudur: Ben de bilmiyorum. Askerlik, hiçbir şey yapmadığınız ama hiçbir şey yapmaya da zaman olmayan değişik bir yer. İşte sabah kalkıp kahvaltı, mıntıka, dangalak çavuşla tartışma gibi rutinler bittikten sonra saat 8’de komutanlar gelip sizi eğitime alıyor. Eğitim dediğim de sağa sola dön, selam ver, uygun adım marştan ibaret. Hani öyle olası bir çatışmada ne yapmak gerekir, askeri terimler nelerdir, asker nedir, rütbe nedir, hangi sınıf ne yapar gibi şeyler anlatılmıyor. Bi boy yürüyorsun ama uygun adımda. Mesela çarklar çok önemli. Çark noktasında kollar sallanmayacak. Çark etmeyi bitirdiğinde kolları sallayacan ama marş denmişse sallayacan yoksa ileri komutu tek başına gelmişse sallamayacan. Çark bu boru değil (boruyu daha sonra usta birliğinde gördük). Bu kadar çok yürütüyorlar çünkü yemin törenine aileler gelecek. Yaşları 25-30 arası değişen yüzlerce adamın ailesi “ay negzel yürüyorlar” desin diye her şey.

Askerin eğitiminde amaç üstlere mutlak itaati aşılamaktır. Yanaşık düzen adı verilen bu yürüyüşler, dönüşler, duruşlar bu yolda atılan adımlardır aslında. Toplu olarak aynı anda aynı şekilde aynı hızla yapılan bu hareketlerle birey bilinci ortadan kaldırılıp bir gruba ait olma hissi verilir. Usta birliğinde bir komutan bu konuda “Yanaşık düzen askerin aspirinidir. Baktın askerin götü başı oynamaya başladı verecen aspirini.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Üzücü görünse de haklılık payı var. Onlarca adama aynı anda aynı şekilde sağa dönmeyi telkin edebilirsen o adamlar pek bir şey sorgulamaz. Şu an düşündüğümde ne kadar saçma geliyorsa o zamanlar o kadar normal görünüyordu gözüme.

İtaat konusunda herkesin bir kırılma noktası var ve bu noktaya ne kadar erken ulaşabilirseniz kafanız o kadar rahat olur. Bu nedenle mümkün mertebe gururunuzu nizamiyede bırakın ve en hızlı şekilde kendi isteğiniz dışında asker olduğunuzu, tuvalet temizleyeceğinizi kabul edin. Merak etmeye gerek yok, nizamiyeden çıkarken gururunuzu geri alıyorsunuz ve hemen hemen hiçbir şey hatırlamıyorsunuz geriye dönüp baktığınızda. Ben bu gerçeği daha askere gitmeden kabullendiğim için emir almak, boktan işlere sürülmek, ceza yemek gibi konuları pek dert etmedim. Hatta diyebilirim ki usta birliğinde çoğunlukla kafası en rahat adamlardan biriydim (bu askerlikten zevk aldığım anlamına gelmiyor tabi, comfortably numb durumu biraz). Sonuçta askerlik kavram olarak eğreti dursa da kendi içinde tutarlı bir yapı. Bir şekilde buraya geldiğinizi kabul ettikten sonra işler daha kolay ilerliyor. Ama “ne işim var burada” sorusunu sorarsanız cidden canınız sıkılır çünkü bunun dişe dokunur bir cevabı yok.

Tüm bu anlattıklarıma karşın acemi birliği askerliğin tatil köyüdür. Zaten gelip geçici adamlar olduğunuzdan ve henüz üzerinizden sivilliği tam olarak atamadığınızdan komutanlar daha iyi davranır. Etrafınızda sizinle benzer çevreden gelmiş pek çok adam bulursunuz. Hepsi okumuş çocuklardır ve yaşlarının da gereği olarak edep, haya nedir bilirler. En azından bir çoğu bilir. Ama en önemlisi bu yola beraber başladığınız adamlardır bunlar, kader ortağınızdır, gönül rahatlığıyla silah arkadaşı diyebilirsiniz. Usta birliğine gittiğiniz gün konuşmaktan aciz ve yine asker jargonuyla sizi sikmek için bekleşen mahlukları görünce iyice anlarsınız o tertiplerinizin kıymetini.

Usta birliğine katılana kadarki kısım böyle işte. Aslında çok boktan değil ama henüz ne kadar daha boktanlaşacağını bilmediğiniz için “askerlik buymuş demek yea” dediğiniz ve şikayet ettiğiniz bir yer acemilik. Fakat askerlik o değil. O fantastik dünyayla yemin töreninden sonraki gün usta birliğinde tanışacaksınız.