Hazır aklımdayken…

Bol keseden sallayayım dedim.

Monthly Archives: Ağustos 2013

District 9: Uzaylı Mülteciler ya da Mülteci Uzaylılar

Aslında District 9’u izleyeli 2 hafta kadar oluyor ama yeni yazma fırsatı buldum. Uzun bir zamandır adını duyduğum, güvendiğim kişiler tarafından tavsiye edilen, sıradışı olduğu öne sürülen bir film kendisi. Lafı dolandırmadan tüm bu övgüleri hakettiğini söyleyeyim en baştan. Şimdi de lafı dolandırmaya başlayayım.

District 9, tarzına göre son derece düşük bir bütçeyle ortaya çıkmış bir yapıt. Neyse ki bu düşük bütçe filmin görsel tarafına ve oyunculuk kalitesine olumsuz bir etkide bulunmamış. Bir bilimkurgu filminden beklenen tutarlı ve orijinal hikaye, etkileyici görseller ve yenilikçi bakış açısını ihtiva ediyor. Böyle olunca her dakikasını merakla izlediğiniz, türün meraklıları için “must-see” klasmanına girecek bir film ortaya çıkmış oluyor.

District 9’u farklı kılan özelliği hikayesi. 1982 yılında Güney Afrika’nın Johannesburg kenti üzerine devasa bir uzay gemisi yerleşiyor. Önce insanlar bi tırsıyor ister istemez ve ilk hareketin onlardan gelmesini bekliyorlar. Bakıyorlar hareket yok o halde biz irtibat kurmaya çalışalım diye düşünerek gemiye zorla giriş yapıyorlar. Buraya kadar coğrafi konum dışında son derece sıradan bir uzaylı filmi anlattım. İşler bundan sonra değişiyor çünkü gemiye girildiğinde içeride mahsur kalmış bir sürü uzaylı bulunuyor.

Independance Day, War of the Worlds gibi sıradan bir uzaylı istilası filmlerinde uzaylılar ölümüne kötü varlıklar olarak tasvir edilir. Avatar gibi filmlerde ise aksine uzaylılar çok çok iyi varlıklardır ve onlardan öğreneceğimiz çok “insanlık” vardır. District 9 olaya çok farklı bir açıdan yaklaşıyor. Şimdiye kadar uzaylılar iyi ya da kötüydü, peki muhtaç olsalar ne yapardık sorusundan yola çıkarak orijinal bir hikaye ortaya koyuyor.

Gemide bulunan uzaylılar gemilerinin üstünde bulunduğu bölgeye indirilip etrafı çevrili bir sığınma kampına yerleştiriliyor. Bu durumun yol açtığı sosyal etkiler, insanların korkularını yendikten sonraki bakış açıları filmin başında belgesel tadında veriliyor. Bu ilk kısmı ben çok başarılı buldum. Özellikle uzaylılarla alakalı sosyolojik açıklamalar yapılması, bulunan uzaylıların muhtemelen işçi sınıfından sıradan varlıklar olduklarının belirtilmesi son derece başarılı detaylar. Uzaylı dediğin illa asker kökenli olacak değil ya. Büyük laflar eden, dehşet saçan uzaylıların yerine ortalığa işeyen, kedi maması hastası, hayat felsefesinden yoksun uzaylılar var burada. Pek çok insandan pek de bir farkları yok karakter olarak. Filmde zaten insan-uzaylı çatışmasından ziyade yerli-mülteci çatışması işlenmiş.

Sene 2010 olduğunda bu sığınma kampının bokunun çıktığına ve daha kontrol altında tutulabilecek bir kampa taşınması gerektiğine karar veriliyor ve bunu gerçekleştirmek için kalender meşrep kardeşimiz Wikus ve ekibi olaya dahil oluyor. Kamp içinde yaptığı aramalar sırasında bulmaması gereken bir şey buluyor ve kendisinin uzaylı mutasyonu geçirmesine sebep olacak sıvıya temas ediyor. Olaylar bundan sonra kopuyor.

Filmin yönetmeni Elysium‘un da yönetmenliğini yapan Neill Blomkamp. 2013 yapımı Elysium’da yaptığı konuda kocaman gedikler bırakma hatasını 2009 yapımı District 9’da yapmamış kendisi. Bu sayede kafamızda dönüp duran soru işaretleri olmadan tutarlı bir bilimkurgu izliyoruz. Gerçeklik hissini sarsmadan gerekli aksiyon sahnelerini de filme eklemeyi başarmış. Düşük bütçeye rağmen son derece başarılı buldum ben bu sahneleri.

District 9 şimdiden pek çok kişi için kült film sınıfına girmiş gibi duruyor. An itibari ile IMDB’de 230. sırada olması da bunu destekler nitelikte bir istatistik.

Red 2: İhtiyar Heyeti

Evimin yakınındaki sinemanın halk günlerinde 10 TL olduğunu öğrendiğimden beri düzenli olarak sinemaya gitmeye başladım. Gerçi başladım diyorum ama bu yaz adam gibi film çıkmadığından sadece 2 filme gittim, Red 2 ve Elysium.

Red 2, kadrosundan da anlaşılacağı üzere vurdulu-kırdılı filmlerden biri. Hiç saklamayayım aksiyon sineması seven adamım. Die Hard serisi olsun Expendables olsun büyük keyif alırım izlerken. Bu tarzın has adamlarından Bruce Willis’i kadroda görmek filmin fragmanını izlemek için yeterli bir sebep benim için.

Kadro son derece zengin. John Malkovich, Anthony Hopkins, Catherine-Zeta Jones, Helen Mirren ağır toplardan ve son zamanlarda özellikle Expendables’da örneğini gördüğümüz afişe isim yazmak için kısa bir rol verilmiş oyuncular değiller. İlk Red’İ izlemedim ama belli ki her iki filmin tarzı aynı. Zaten direk kaldığı yerden devam ediyormuş hissi verdi bana.

Bu tarz kafa dağıtmak ve iyi vakit geçirmek için izlenen filmlerde ayrıntılı değerlendirme yapmak adil bir yaklaşım değil. Hakkı verilmiş aksiyon sahneleri, bu sahneleri birbirine bağlarken sırıtmayacak ama mümkün mertebe klişelerden uzak duracak seviyede bir hikaye ve iyi oyuncular bence yeterli bileşenler. Red 2 bu bileşenleri yerli yerinde kullanmış üzerine de göze batmayacak miktarda mizah katmış. Evet, bu Batman ciddiyetinde bir aksiyon filmi değil ve olmaması iyi olmuş. Ara geçişlerdeki efektlerin de desteklediği üzere izlerken bir miktar çizgiroman tadı verilmeye çalışılmış.

Konu üzerine çok fazla konuşmaya gerek yok. Yaşını başını almış eski CIA, MI6, KGB ajanları toplaşmış ben sana sıkarım, ben senle birlik olurum, yer misin yemez misin minvalinde Amerika’dan Fransa’ya, oradan İngiltere’ye, oradan Rusya’ya sonra bi daha İngiltere’ye (bi yerden sonra nerede olduklarını düşünmeyi bıraktım)  koşturuyorlar. Bütün bu koşturma soğuk savaş döneminden kalma bir silahın yanlış ellere geçmesine engel olmak için.

Kült bir yapıt ya da türün herkes tarafından bilinen isimlerinden biri olamayacağı kesin. Yine de keyifli vakit geçirtmek için elinden geleni yapıyor.

TTNET a.k.a Müşteri Nasıl Süründürülür

İnternetin evime girmesi kabaca 1998 yılına tekabül ediyor. İnternetle bu tarihte evinde tanışabilmiş olmak büyük şans çünkü o tarihlerde birçok hanede bilgisayar dahi yoktu. Gerçi o zamanlar internette yapacak pek bir şey de yoktu; kahkaha.com, flashberk gibi goygoy siteleri, hotmail ve yahoo gibi mail sağlayıcılar, şimdikilerle karşılaştırılamayacak seviyede haber siteleri ve MIRC ile ICQ’dan ibaretti internet dediğimiz sanal evren.

1998-2003 yılları arasında 56K modem üzerinden internete çıkıyordum. Bilenler bilir, bağlanırken yazar kasa sesi çıkaran bu modemler hem telefon hattını meşgul eder hem de dakikasına ücret ödendiği için gergin bir ruh haliyle sürekli saati kontrol ettirirdi. Çok sefer hayvan gibi faturalar ödemişizdir bu internet illeti yüzünden.

Sonra baktık ADSL diye bi dalga çıkmış, sabit ücret ödeyip istediğin kadar internette kalabiliyormuşsun. O zamanlar hayal gibi bir şeydi bu teknoloji. Arkadaşla gittik nereye başvurulacağını ne yapılması gerektiğini öğrendik ve 128kBit hızında ADSL abonesi olduk. O zamanlar modem çeşidi de pek yok piyasada, Alcatel’in USB üzerinden bağlanılan modemini (kendisi hala evde kutusunda durmaktadır) aldım. Şimdiki gibi bilgisayar açıldığında otomatik bağlantı bile kurulmuyordu, 56K zamanlarındaki gibi elle bağlantı kurmak gerekiyordu. Düşününce çok uzak bir geçmiş gibi geliyor ama 10 sene oldu olmadı bu anlattıklarımın üzerinden.

İlerleyen tarihlerde TTNET özelleştirildi, hızlar yükseltildi, adil kullanım kotası diye bir şey icat oldu, fibere geçildi, 3G peydah oldu vs. Değişmeyen şey TTNET’in işbilmezliği oldu benim nazarımda. Geçmişte de kendileriyle alakalı pek çok sorun yaşadım ama genellikle bu sorunlar birkaç aramadan sonra giderildi. Son 3 aydır yaşadıklarım ise kendilerinden tiksinmeme yol açtı maalesef.

Öncelikle şunu belirteyim öyle pek nazlı bir tüketici değilimdir. Elbette parasını verdiğim her firmadan kusursuz hizmet almayı isterim ama sorun çıkabileceğini de kabul ediyorum. Çoğunlukla sorun çıkmamasına değil çıkan sorunla firmanın ne ölçüde ilgilendiğine bakıyorum. TTNET bu konuda son derece başarısız olan çizgisinden ödün vermeyen bir performans sergiliyor senelerdir. Haziran ayının ortası gibi kendileri internet altyapısını fibere geçirmeye kalkıştı. Bu değişim ile birlikte yaşadıklarımı aktarayım:

Bir gün bir baktım apartmanın girişinde kalıncana bir kablo boynunu bükmüş duruyor. Heralde telekom hatları yeniliyor dedim çünkü ortada altyapının fibere geçirildiği ile ilgili hiçbir bilgi yoktu. Neyse 1-2 hafta sonra bir cumartesi günü öğleden sonra internete giremez oldum. Daha doğrusu internetin büyük bir kısmına giremiyordum, örneğin ekşi sözlük var ama facebook yok, ttnet’in sitesi var ama tivibu’nunki yok. Öğrendim ki aynı saatlerde bizim boynu bükük kablo ile çalışma yapılmış. Belli yani çalışma ile alakalı bir problem yaşıyorum. Neyse 4440375’e telefon açtım teknik destek birimine derdimi anlattım. DNS ayarlarımı değiştirttiler, sabit IP aldırttılar, modemimi resetlettirdiler. Bu naif teşebbüslerin hiçbiri işe yaramayınca sorunun benden kaynaklı olduğuna kanaat getirdiler. Sorun bariz şekilde yapılan çalışma ile ilgili ama ben bi de kendimden emin olayım dedim ve evdeki diğer 3 bilgisayar ile kablolul/kablosuz bağlatı kurarak, modemin ayarlarını baştan yaparak testler gerçekleştirdim. Nafile, hala daha sorun devam ediyordu. Bundan sonra defalarca (10-15 vardır) teknik desteği aradım bir umutla. Her karşıma çıkan DNS dedi, modem dedi, senin bilgisayardandır dedi. Pek çok sefer büyük çaba gösterip kendilerini ortada bir problem olduğuna inandırabildikten sonra hiçbir zaman dönmedikleri irtibat numaramı alıp arıza kaydı oluşturdular. Her arayışımda otomatik bir yanıt sistemi arızamın ilgili ekipler tarafından incelendiğini ve sorun olmadığını bildirdi.

1-2 gün sonra öğrendim ki sorun sadece bende değil tüm apartmandaymış. Hatta en sonunda biri isyan edip sağlayıcısını değiştirme kararı almış. Bunu yapmak için santralden bir görevlinin apartmana gelmesi gerekiyormuş. Bu arkadaş geldiğinde kendisini kapıda yakaladık ve adam derdimizi anlattım. Apartmanın teyzeleri ortamdan uzaklaştıktan sonra eleman benimle eve geldi ve sorunu inceledi. Problemin ne olduğunu anlamış olacak ki santrale döndükten 2 saat sonra çözdü. Sayesinde 5 günün sonunda apartmana internet yeniden gelmiş oldu.

Normalde bu tip bir durumda ilgili sağlayıcının en azından bir özür dilemesi gerekir diye düşünüyorum. Ama yaşadığımız ülke Türkiye, firma da tekelin babası TTNET olunca özür mözür dileyen çıkmıyor tabii ki.

Aradan 2 hafta geçti geçmedi bir gün bir baktım bağlantı kopup duruyor. Modemden izliyorum bağlantı kopuyor, alet tekrar bağlanıyor aradan 3 dakika geçiyor yeniden kopuyor. Bu şekilde 1 saat internete erişim imkanız oluyor. Tabi hemen yine aradım teknik desteği ve durumu anlattım. Önce kendilerini bağlantının koptuğuna inandırmam gerekti çünkü karşıma çıkan arkadaş “beyefendi hat değerleriniz normal gözüküyor” diyordu. En sonunda bağlantımın kopup durduğunu kendisi de gördü de yardımcı olabilmek adına adım atmaya karar verdi. Yaptıkları elbette hiçbir işe yaramadı ve ben defalarca aynı ekibi arayıp hiçbir zaman geri dönülmeyen arıza kayıtları bırakmak durumunda kaldım.

Bu aramalarımdan birinde karşıma çıkan bir arkadaş laf arasında bağlantımın fiber olduğunu söyledi. “Yanlışınız var 8mbit netlimitsiz tarifedeyim ben” dedim ve açıkcası pek de sallamadım verilen bu bilgiyi. Fakat daha sonraki aramalarımda da aynı şeyi tekrarlayan arkadaşlarla karşılaşınca öğrendim ki TTNET haziran ayında yaptığı çalışma ile bizleri fiber internet kullanıcısı yapmış. Bununla alakalı hiçbir bilgi verilmediği için şaşırdım. Teknik destekteki bir arkadaş eski modemimin bu altyapı ile uyumsuzluk gösterebileceğini, kopma sorunumun sebebinin bu olabileceğini ve VDSL modem ile deneme yapmamı önerdi. TTNET’in benim rızam olmadan ve bana hiçbir bilgi vermeden bu değişikliği yaptığı için bana ücretsiz modem temin edeceğini söyledi. Kendisine teşekkür edip kapattım ve bu dediklerini bir başkasına teyit ettirmek için tekrar aradım. Karşıma çıkan kişi söyledikerimi teyit etti. Böylece Türk Telekom müdürlüğüne gittim.

Müdürlükteki müşteri temsilcisine durumu anlattığımda “biz anca ücretli modem veririz siz 4440375’i arayıp şikayet kaydı oluşturun” dedi. İçimden “ebenin hörekesi” diyerek henüz müdürlükteyken yine teknik desteği arayıp “beni müdürlüğe yolladınız şimdi onlar da tekrar size yolluyorlar” dedim. Telefondaki arkadaş şikayet kaydı oluşturdu ve kargo süresine bağlı olmakla birlikte yaklaşık olarak 1-2 hafta içinde modemin elime ulaşacağını söyledi. “Zor da olsa hallettim bu sefer” düşüncesiyle eve döndüm.

Eve döndüğümde “lan bunlar beni yanlış anlayıp ücret talep edecek olmasın” diye düşünerek tekrar aradım teknik desteği. Konuştuğum arkadaş “size SMS ile bir numara gönderdik, bu numara ile müdürlüğe gidin” dedi. Sadece ücretsiz olduğunu teyit ettirmek için aradığım kişi beni 2 saat önce döndüğüm müdürlüğe sevk ediyordu. Yaklaşık olarak yarım saat “siz nasıl işbilmez firmasınız” konulu bir konuşma yaptım kendisiyle. Bana tek söyleyebildiği “müdürlüğe gidecen” oldu. İçimden küfür ederek kapattım telefonu ve başka birine teyit ettirmek için tekrar aradım. Karşıma çıkan kişi durumu teyit etti ve müdürlükten başka çare yok dedi. Yine içimden “yapacağınız işi sikeyim” diyerek dışımdan teşekkür ettim ve kapattım. Ha, telefondaki arkadaşa “ben TTNET’ten hiç memnun değilim sana da kullanmanı tavsiye etmiyorum” demeyi eksik etmedim. Ben yandım o yanmasın, tamamen iyi niyet yani.

Bu noktada şikayetvar.com aklıma geldi. Gördüğüm kadarıyla firmalar bu mecrayı iyi-kötü önemsiyorlar. 700 karakter sınırlandırmasıyla başımdan geçenleri özet olarak yazdım. 2 gün sonra (yani bugün) ilk kez irtibat numaram 4440375 tarafından arandı. Defalarca bıraktığım arıza kayıtlarına dönmeyen firma şikayetvar.com’a yazdığım için dönmüştü. “İyi lan belki hatalarını anlamışlardır” diye düşünerek açtım telefonu. Karşıma çıkan bayan “sizin modemde sorun yok hat değerleriniz normal, tam 23 saattir aralıksız bağlısınız işte” dedi. “Ablacım sen kafa mı buluyorsun 23 saat ney lan” dedim. Kendisine başımdan geçenleri tekrar anlattım ve sürekli birbiriyle çelişen bilgiler verildiğini, rezil bir kalite anlayışları olduğunu, mümkün olsa sağlayıcımı değiştireceğimi fakat hali hazırda tüm altyapının kendilerine ait olduğunu anlattım. Her fırsat bulduğunda “hat değerleriniz normal ama ne yapabilirim ki” dedi. “Arkadaşım hat değerleri şu an normal her zaman kopma olmuyor” dediysem de kendisi çözüm üretmemekte ısrarcı olduğundan “ama hat değerleri?” dedi. “Hat değerleriniz normal olduğundan modeminiz de destekliyor demek ki o nedenle modem değiştirmek gereksiz” dedi. “E siz dediniz modem verecez diye şimdi ne oldu” dedim. “İsterseniz bir de müdürlüğe başvurun” şeklinde ne anlama geldiğini hala çözemediğim laflar etti. Yarım saatin sonunda tek yapabildiği arıza kaydı oluşturmak ve ekip yönlendirmesini not almak oldu. Müneccim boku yemiş olmaya gerek yok, muhtemelen o ekip gelemeyecek ve herhangi bir geri dönüş yapılmayacak.

TTNET gibi tekelleşmiş, müşteri memnuniyetini sallamayan firmalardan mümkün mertebe uzak durulmalı. Ortada kendi altyapısı olan 2 firma daha olsa eminim işler çok daha farklı olurdu.

Elysium: Bi Garip Dünya

Az önce District 9‘un da yönetmenliğini yapan Neill Blomkamp’ın yeni filmi Elysium‘u izledim. District 9 gibi bu da bir bilim-kurgu filmi ama bu sefer uzaylılar yok. Sene olmuş 2154, Dünya nüfusu çılgın gibi artmış, her yer gecekodu misali yapılaşmış gökdelenlerle kaplı. Azınlık zengin nüfus ise “buralar bize dar” düsturuyla yörüngeye Elysium isminde yapay bir yerleşim oturtmuş, orada takılıyor. Hikayenin tabanı güzel.

Max isimli ana karakteri oynayan Matt Damon kardeşimiz (kardeş diyorum ama seneler oldu ben bi türlü sevemedim bu adamı) ciddi bir rahatsızlık geçiriyor. Tek çare Elysium’a gidip birkaç dakika içinde her türlü hastalığı tedavi edebilen podlardan birine yatmak. Ama şöyle bir durum var, Elysium’a öyle herkes elini kolunu sallayarak giremiyor. Kahramanımız da kavga dövüş bi şekilde çözecem lan ben bu mevzuuyu kafasıyla o patlama senin bu adam kaçırma benim takılıyor.

Film genel olarak fena değil ama çok daha iyi yapılabilirmiş bence. Aksiyon sahneleri gayet başarılı, özellikle yeni nesil AK-47 tasarımını ve yenilikçi mühimmat fikirlerini güzel buldum. İnovasyon şart. En başta dediğim gibi hikayenin oturduğu zemin başarılı. Ancak izlerken ben yeterince tad alamadığımı hissettim. Öncelikle karakterlerle ilgili göze batan bazı kusurlar var. Kruger isimli karakterin sesi, aksanı felaket. Sözde kötü karakter ama o ses tonu yüzünden bir türlü ciddiye alamadım adamı film boyunca. Delacourt rolünde Jodie Foster’ı oynatarak gereksiz masrafa girmişler, Beren Saat’i koysalarmış o da olurmuş hani. Hiçbir özelliği olmayan bir karakteri canlandırıyor Jodie abla (teyze?). Klasik bir otoriter kadın rolü.

Filmin bu bahsettiğim eksi yanları çok da rahatsız edici değil aslında. Beni asıl rahatsız eden ve film boyunca birinin çıkıp mantıklı bir açıklama yapmasını beklediğim bir problem var ortada. Dediğim gibi Elysium’da tüm tıbbi problemleri saniyeler içinde çözen teknolojik cihazlar var. Kanser ya da felç, yatıyorsun alete tık iyileşiyorsun. Bizim eleman da bunun için film boyunca yardırıyor Elysium’a. İyi de bu aletlerden neden Dünya’da yok? O kadar hastane kuracağına bunlardan koy sağa sola olsun bitsin anasını satayım. Ha deseler ki “aga bunun maliyeti çok yüksek öyle her yerde olmaz” çürük de olsa bir açıklama var derim. Hatta biraz daha stratejik yaklaşıp “insanlar bu kadar kolay iyileşirse onları fabrikalarda çalıştırabilmek için tutmamız zorlaşır” ya da “tıp sektörü çöker bi sürü rant var orada” deseler ona da eyvallah diyecem. Ama hiçbir açıklama yapılmamış.

Uzun lafın kısası film fena değil. Azıcık açıklama beklediğiniz kocaman soru işaretlerini görmezden gelebilirseniz güzelce vakit geçirmeniz garanti. Ama bu haliyle kaçınılmaz bir “eksik bırakılmışlık” hissiyle tamamlıyorsunuz filmi.

Yeni Nesil Alice in Chains

Üniversitede öğrenciyken Dirt albümünü hatmettiğim bir grup Alice in Chains. 90’ların başında Seattle’dan çıkan diğer kayıp şahsiyetlerle beraber metalin tekerine çomak sokan ve bence grunge’ın en güzel halini yapan adamlar bunlar. Grunge’ın tekere çomak sokuşu ile ilgili ayrıntılı bilgi için Get Thrashed belgeselini izlemenizi tavsiye ederim.

Alice in Chains Them Bones, Dam That River, Rooster, We Die Young, Again gibi sırtını rock sound’una dayayan parçaların yanı sıra Nutshell, Would, Sea of Sorrow, Love Hate Love gibi son derece karanlık şarkılara imza atmış bir grup. ’96 yılı MTV unplugged kayıtları adamı hüzünlendirecek kadar içtendir. Buradaki hüznün sebebi pek masum suratlı, içine kapanık vokal Layne Staley’in aslında ileri seviyede uyuşturucu bağımlısı olduğunu ve bu kayıttan 6 yıl sonra evinde 15 gün gecikmeli olarak ölü bulunduğunu bilmemizdir. Bir daha onun gibi bir vokal, frontman gelmez muhtemelen.

Grubun ilk basçısı Mike Starr da benzer şekilde aşırı dozda uyuşturucudan öldü. Ama kendisi hem çok daha ileri bir tarihte öldü hem de uzun yıllar önce gruptan ayrılmış, yerini Mike Inez’e bırakmıştı.

Şimdi neden anlattım bunları? Alice in Chains özellikle Staley’in ölümünden sonra ortalıklardan çekildi hatta bir süreliğine grup dağıldı. 2007-2008 gibi gizli frontman, benim favori gitaristlerimden olan Jerry Cantrell “aga bu iş böyle olmaz” dedi ve vokale William Duvall’ı alarak grubu yeniden bir araya getirdi. Duvall, biraz tarzıyla da ilgili olmakla beraber Staley gibi bir vokalin ardından dinleyici çevresinde büyük bir önyargı ile karşılandı. Fakat adamın hem çok iyi bir sesi var hem de asıl olayı başlı başına vokal olmak yerine Cantrell ile vokal ve gitarları paylaşmak. 2010’da Sonisphere kapsamında kendilerini canlı izleme şansı elde ettim. Staley’in boşluğunu doldurmak adına onu taklit etmek yerine kendi bildiği işi yapıyor adam. Böylesi en güzeli bence.

Grup bu kadrosuyla  2009 yılında her yanı silkinme ve Staley’i anma kokan Black Gives Way To Blue (BGWTB) albümünü çıkardı. Albüm o senenin en ilgi çeken ve en başarılı çalışmalarından biri oldu. Uzunca bir süre atladığım bu albümü geçen ay ilk defa dinleme fırsatı buldum ve ayın yarısını loop modunda geçirdim. Check My Brain, Last of My Kind, Your Decision, Lesson Learned, Private Hell gibi efsane şarkılar barındırıyor içinde.

BGWTB’ya kendimi kaptırmışken yakın zamanda grubun The Devil Put Dinosaurs Here (TDPDH) albümünü çıkardığını öğrendim. Açıkcası bir önceki albümün başarısını yakalayabileceğinden şüphe ediyordum. İlk izlenimlerim de bu önyargımı destekler nitelikteydi. Fakat TDPDH zaman verilmesi gereken bir albüm. 2-3 dinlemeden sonra aslında BGWTB ile aynı ayarda olduğuna hatta ondan biraz daha iyi bile olduğuna kanaat getirdim ve ayın ikinci yarısı bu albümü dinlemekle geçti. Albümün (bence) şimdiden kült olmuş şarkıları arasında Hollow, Stone, Voices, Breathe on A Window, Phantom Limb var. Albüm kapağından (kapak çok orijinal bir fikirle yaratılmış) çekilen kliplere kadar üst düzey bir kalite anlayışının esas alındığını rahatlıkla görebiliyorsunuz.

Staley olmadan AiC eski AiC değil, olamaz da. Ama yeni nesil AiC’nin de ondan aşağı kalır hiçbir yanı yok.