Hazır aklımdayken…

Bol keseden sallayayım dedim.

Tag Archives: Oyun

Old School RPG Hasreti Gidermek: Shadowrun Returns

(Sadece oyun hakkındaki fikirlerimi merak edenler 7. paragrafa zıplasınlar)

Yıl 2001, mart-nisan ayları. Kartal Soğanlık’ta bir binada lise hazırlık sınıfındayım. Ergenliğin getirmiş olduğu alabildiğine çirkinliğe bir de düşük kalite İngilizce eğitimi eklenmiş durumda. Yabancı dile yatkınlığım var ve sınıftaki iyilerden biriyim ama hayatımın en düşük notlarını da alıyorum bir yandan. Henüz 5. sınıftayken evime bilgisayar girmiş olmasına karşın çok fazla oyun tecrübem yok. Diablo, Red Alert, Outlaws, Army Men, Starcraft, Age of Empires, Heroes, Fifa gibi klasikleri oynamışım. Buna karşılık 8. sınıftan beridir Level, Gameshow (beni Opeth’le tanıştıran dergi), PC Gamer gibi dergileri düzenli olarak takip ediyorum. Hatta bir yandan İngilizce’me de faydası dokunur diye yabancı oyun sitelerine de göz atıyorum arada. Kısacası oyun piyasasında neler olup bittiğini biliyorum ama tecrübe etmiyorum. Bunda bilgisayarımın yeterince eski olmasının yanında bilgisayara erişimimin günde 1 saat kadar olmasının da etkisi var. 56K dönemleri, o 1 saatin büyük kısmını da internette geçiriyorum.

Anadolu liseleri sınavında 1 soru ile İstanbul Erkek Lisesi’ni kaçırınca yedekleri denemeden Burak Bora Anadolu Lisesi’ne kaydoldum. Bir türlü iyi anamadığım bu lise yıllarıyla alakalı başka zaman bir şeyler karalarım. “Madem sınavı kazanıldı o halde bilgisayar alınsın” temalı klasik memur ailesi yaklaşımının sonucu Yazıcıoğlu’nda bir dükkanda bilgisayar toplattık. Benim cimriliğim ve o zamanlar doların ucubik fırlayışından ötürü bayaa bir kısıntıya gidip Celeron 700, 256MB RAM, 20GB HDD ve yanlış hatırlamıyorsam 32MB ekran kartı özelliklerinde bir makineye sahip oldum. Son derece dandik bir kasası olduğundan zaman zaman öter, biz de tekmeleyerek sustururduk. Yine de 2005 yılına kadar yükümüzü çekti sağolsun.

Elde yeni bilgisayar var ama pek oyun oynamıyorum zaman kısıtından ötürü. O zamanlar acayip popüler olan Diablo 2’yi oynuyorum arada. Max Payne inanılmaz bir tecrübe olarak bayaa bir zamanımı alıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Medal of Honor piyasayı sallıyor ve ardından 2. Dünya Savaşı temalı oyunlar her yanı kaplıyor. Civilization 3 çıkmış, eski fanlar deli gibi seviniyor. FRP oyunları altın çağını yaşıyor. Hatta bir intihar olayı sonunda satanizmi hiçbir İskandinav ülkesinde olmadığı kadar uzun uzadıya inceleyen medya FRP’nin şeytan işi olduğuna üstü kapalı işaret ediyor. Siyah giymek kısa sürede garip karşılanır oluyor. Hala daha televizyonda siyah giymiş uzun saçlı adam gördüğünde “bu ne lan satanist gibi” lafı o zamanlardan kalmadır. LOTR’in sinemaya gelmesinin de etkisiyle FRP oyunları hiç olmadığı kadar çeşitleniyor. Kısacası piyasa çok hareketli ve her çeşit oyun var.

Ben oldum olası konusuz oyun sevemedim. Diablo gibi hack&slash bile olsa en azından aralara 2 video atıp bana konudan bahsetmesi, beni kendi yarattığı atmosferin içine alması gerek. Şimdilerde Last of Us, The Walking Dead gibi sinematik oyunlarla çok farklı boyutlara taşınmış olan bu yaklaşımı o zamanlar en iyi FRP (ya da RPG, hala aradaki farkı bilmiyorum) oyunları yansıtıyordu. Birgün sınıftaki çocuklarla oyun muhabbeti yaparken kim olduğunu hatırlamadığım bir tanesi Fallout’tan bahsetti. Birkaç gün sonra bir cuma günü Level dergisinin tam sürümünü verdiği Fallout 2’yi elime tutuşturdu. Kurulumu yaparken çok bir beklentim yoktu aslında. Sonra dünyam değişti.

Burada Fallout’tan ayrıntılı bahsedecek değilim. Sadece şunu diyebilirim ki Fallout’tan önce ya da sonra kendimi bu denli kaptırdığı bir oyun, kitap, film olmadı, muhtemelen olmayacak da (belki Lost ve Prison Break benzer etkiyi yapmış olabilir ama bu kadar şiddetli olmadığına eminim). Oyun diyerek konuya uzak dimağlarda basit bir resim oluşturmaktan çekindiğim bu sanat eseri liseye dair hatırladığım en iyi şey olabilir (hayır geek değilim, lisenin kendisi boktandı).

Fallout’un etkisinden uzun süre çıkamadım. Arada Icewind Dale deneyeyim dedim, sarmadı. Üniversiteye girdiğim sene Baldur’s Gate denedim, olmadı. Bir ara Fallout ekibinin yaptığı Arcanum’dan benzer bir tat aldımsa da Fallout’un lezzetinin yanına yaklaşamadı. Zaten sonra WoW gibi öküzleme loot mantığına dayalı MMORPG’ler sardı piyasayı ve ben el etek çektim. Her şeye rağmen senelerdir acaba yine aynı hisleri yaşatacak bir oyuna denk gelecek miyim diye bakıyorum yeni oyunlara. İmkansız gibi gözükse de ne zaman Fallout benzeri bir oyun görsem heyecanlanıyorum.

Benim gibi hisseden bir kesim olacak ki temmuz ayında bir kickstarter projesi olan Shadowrun Returns piyasaya çıktı. 400.000 dolar taleple çıkan proje 1.8 milyon dolara ulaşmış. Demek ki benim gibi eski kafalar mevcut piyasada aradıklarını bulamıyor. Bir süredir Steam’de indirime girmesini bekliyordum ve geçtiğimiz günlerde bu gerçekleşince hemen satın alıp oynamaya başladım. Bu kısımdan sonrasını kısaca özet geçeyim: eski günleri yad etmek adına güzel bir iş olmuş ama seneler sonra hatırlanacak bir oyun olmaktan biraz uzak.
Shadowrun_returns_logo

Öncelikle belirtmem gerekiyor ki Shadowrun evreniyle yeni tanıştım. Dibine kadar cyberpunk bir evren söz konusu burada. 2011 yılında awakening denilen bir hadise sonunda dünyada elf, cüce, ork ve trol ırkları da gezinir olmuş. Üstüne bir de büyü eklenmiş. Yani hem cyberpunk bir evren var hem de klasik RPG’lerden aşina olduğumu ırk çeşitliliği. En son Arcanum’da tadına baktığım büyü vs. teknoloji teması da güzel yedirilmiş bu evrene. Yani belli ki Shadowrun sağlam temelleri olan, uzun yıllarca geliştirilmiş bir kurguya sahip.

Oyunda Shadowrun evreninde Shadowrunner olarak ekmeğimizin peşinde bir karakteri oynuyoruz. Parasızlıktan dibe vurduğumuz bir anda yıllar önce beraber operasyona girdiğimiz bir dostumuzdan görüntülü arama geliyor. Görüşme sonunda halihazırda ölmüş olan dostumuzun son arzusunu yerine getirme ve vaadettiği yüksek miktardaki parayı almak için katilinin peşine düşüyoruz. Ufaktan araştırma yaparak katilin izini sürerken işler çok daha büyük bir olaya bağlanıyor ve günün kahramanı olmak üzere çatışmalara akıyoruz.

Yapımcılar oyunu yaparken aslında herkes tarafından kullanılabilir bir editör yapmaya odaklanmışlar. Bu sayede Steam üzerinden pek çok “user generated content”e erişmek mümkün. Elbette bunlar fan işi olduğundan çok sağlam hikayeler ya da mekanlar beklememek lazım. Yine de biraz kısa olan oyunun ömrünü uzatmak için denenebilirler.

Oyunla alakalı pek çok olumlu olumsuz düşüncem var. Bunları şu şekilde açayım:

Artıları

Kurgu: Cyberpunk benim ilgimi çeken bir konsept ve Shadowrun evreni bu tarzın iyi bir örneği. Oyunda önümüze koyulan hikayede son kısımlar hariç canımı sıkan bir şey olmadı. Son kısımda canımı sıkan şey ise Fallout 1’deki sona olan benzerlikti. Çok batmamakla birlikte biraz daha orijinal yapılsa daha bir içime sinerdi doğrusu.

Sınıf çeşitliliği: Shadowrun evreninde çeşitli ırklardan ve sınıflardan karakterler mevcut. İnsan, elf, cüce, ork ve trol ırklarının başlangıç ve max statları kendilerine özel. Sınıfları ise Matrix adı verilen sanal ortama akan Decker’lar, drone kontrol eden Rigger’lar, Mage’ler, Shaman’lar, Street Samurai’ler ve Mage gibi büyüye yatkın bir sınıf olan Physical Adept’ler oluşturuyor. Her bir sınıfın dövüş seçimleri ve yetenekleri farklı olmakla birlikte karakter gelişimi esnasında eğilimi değiştirmek mümkün. Yani bir Rigger’ın büyüye abanmasına bir engel yok. Yine de hem mantıklı olması adına hem de başlangıç statlarınızı boşa harcamamak adına sınıfınız neyse ona göre skill pointleri harcamanızda yarar var.

shadowrun returns main

Ne kadar dışarıdan bakarsak hayal gücümüz o kadar çalışır

Takım kurma: Görevlere gitmeden önce genelde takım topluyoruz. Fixer adı verilen ve bu adam ayarlama işlerini yapan kişiye gidip elindeki listeden en fazla 3 tane olmak üzere Shadowrunner seçebiliyoruz. Elbette karşılığını vermek kaydıyla. Farklı sınıflardan karakterleri bir araya getirip yönetmek oldukça eğlenceli.

İzometrik harita çizimleri: Benim pek sevdiğim ve maalesef artık çok fazla örneğine rastlayamadığım bir özellik bu. Mekan çizimlerini beğendim.

Editörü: Dediğim gibi yapımcıların amacı tek bir oyundan ziyade sürekli oyun çıkartılabilecek bir editör yapmak olmuş. Editörü denemediğim için ne kadar iyi olduğu konusunda yorum yapamayacağım ama temmuz sonunda çıkmış bir oyun için Steam Workshop’ta ciddi bir UGC arşivi olduğunu söyleyebilirim. Hem bu editör sayesinde umuyorum ki yapımcılar ilerleyen dönemlerde pek çok kaliteli DLC çıkaracaktır. Bunlardan ilki Berlin adıyla ocak ayında Steam’de görülecek.

Eksileri

Tekrar oynanamazlık: Maalesef elimizde son derece lineer bir oyun var. Fallout’u defalarca bitirmiş ve her seferinde ister istemez farklı seçimler yapmış biri olarak Shadowrun Returns’un oyuncuya pek bir seçim yaptırmamasına takıldım. Seçim olmadığı için iyi/kötü diye bir ayrım da olmuyor karakterinizde. Bunun yanı sıra yan görev sayısı bir elin parmaklarını geçmediği ve çok kısa olduğu için ikinciye oynamak için pek bir sebep kalmıyor. Belki farklı bir sınıfı denemek için olabilir ama o merakımızı da zaten kiraladığımız Shadowrunner’lar ile gideriyoruz. Üstelik dialoglarda yaptığımız seçimler genellikle konuşmaların seyrini etkilemiyor. Yine Fallout’taki gibi bir mevzuyu konuşarak çözme seçeneği yok. Böyle bir RPG’ye yakışmamış. Her şey bir yana loot yok oyunda. Tüm oyun boyu 1-2 medkit ve 3-5 el bombası loot edebiliyorsunuz en fazla. Ölen adamlar heme kayboluyor falan filan.

Kısıtlı oyun süresi: Dediğim gibi yapımcıların asıl amacı editör yaratmakmış ama oyunun oynama süresi gerçekten çok kısıtlı. Ortalama bir oyuncu her diyalogu okuyup dövüşlerde temkinli davranarak 15-18 saatte bitirir. Haritalar oldukça ufak olması ve yan görev azlığı bu sürenin kısalığına sebep oluyor. Maalesef bu yüzden oyunda keşfetme hissi ciddi zarar görüyor.

Zorluk seviyesi: Ben oyunu normal zorluk seviyesinde bitirdim ve çok kolay geldi. Üst seviyelerle çatışmalar zorlaşacaktır. Ancak şunu belirtmeliyim ki oyunda para hemen hemen hiç sıkıntı olmuyor. Ekstra para kazanabileceğiniz yan görevler çok az olduğundan yapımcılar tahmini harcamaları hesaplayıp görevlerden gelecek parayı buna göre ayarlamışlar belli ki. Öte yandan cephaneniz sonsuz olduğu için çatışma esnasında ince hesaplar yapmayıp bodoslama boşaltıyorsunuz şarjörü. Yanlış bir seçim olmuş.

Dövüş sistemi: Turn-based bir oyunda ne ters gidebilir ki? Yapımcılar olabilecek en kötü şeyi yapıp bir kere TBS’ye geçildiğinde bölüm bitene dek bu moddan çıkılamamasını tasarlamışlar. Mesela 2 kişiyle çatışmaya girdiniz ve çatışma bitti. Hala TBS modundasınız ve elemanlarınızı tek tek yönetmeniz gerekiyor. Bazı yerlerde illallah ettirdi.

Sesler: Aslında sessizlik demeliydim çünkü oyunda seslendirme yok. En azından Fallout’taki gibi önemli NPC’lere seslendirme yapılsaymış dedirtti. Silah, büyü gibi ortam sesleri eh işte seviyesinde. Müzikler ortama uygun ama sonradan dinlemek isteyeceğiniz şaheserler değil.

 

Pek çok başka oyuncu tarafından da dile getirilen tüm bu olumsuzluklara rağmen Shadowrun Returns bana keyifli vakit geçirtti. Umuyorum ocak ayında çıkacak DLC ile yapımcılar bu sorunları düzeltirler ve daha doyurucu bir hikayeyle karşımıza gelirler. Eski kafa bir RPG’ciyseniz denemeden geçmeyin derim.

Bir Ayağı Çukurda Teknolojiyi Diriltme Çabaları – 3

Bol bol vaktim olduğu için evde aksayan ne varsa düzeltemeye giriştim. Önce evdeki kullanılmayan bilgisayarı ve diğer aygıtları elden geçirdim (serinin ilk iki yazısı bunlar hakkındaydı). Daha sonra bozuk dolap kapaklarının menteşelerini yeniledim, bir ayağı çatlak sandalyeyi onardım, ayakkabı dolabına bir raf ekledim, sarkan arızalı prizi değiştirdim, ekran kartı çipseti yerinden oynayan notebooku tamir edemeyince reball işlemi için bilgisayarcıya götürdüm (çok içime oturdu ama tamiri benim becerilerimin dışındaydı). Bunlar gibi ufak tefek işler bitince ne zamandır planladığım fotoğraf albümlerini tarayıp bilgisayara aktarma işine başlayayım dedim. Bu amaçla yılda en fazla 2 kez açılan bir dolaptaki albümleri indirirken gözüme bir şey ilişti. Albümleri bir tarafa bırakıp elime çocukluğuma dair flu bir anı olarak kalan bu cihazı aldım.

IMG_0121

Hayatımın ilk “atarisi”

Bahsettiğim cihazın ismi “Teletrans TV Sport”. Kendisi 70’lerde üretilmiş ilk atari oyunlarından biri olan Pong‘un sayısız taklitlerinden biri. Kasasında üretim tarihine ilişkin bir ibare göremediğimden net bir bilgim yok ama 80’lerde üretilmiş olduğunu sanıyorum. Kendisiyle çok fazla vakit geçirmemiştim ama o zamanlar Amiga öncesinde inanılmaz bir cihaz olarak görüyordum. Bir kere TV’ye bağlanıyordu ki bu çekiciliğini anlatmak için yeterli bir şeydi. Müzik yoktu ama sesler vardı. Şimdiki modern torunlarıyla karşılaştırınca komik dursa da gamepadleri vardı. Hiç de küçümsenecek bir cihaz değildi yani.

Hemen TV’ye bağladım kendisini. Şimdiki dijital monitörlerin getirdiği alışkanlıkla takar takmaz görüntü alamayınca bozulmuş herhalde diye düşünerek kapatıyordum ki Amiga zamanlarında TV’de görüntüyü arama yaparak bulduğumuzu anımsadım. Kısa bir arama sonucunda 20 yıl önce oynadığım oyunu TV ekranında tekrar gördüm.

IMG_0114

Danteliyle, çiçeğiyle tam bir anne evi

Cihazda 4 farklı mod var: masa tenisi, futbol, duvar tenisi ve alıştırma. Aslında hepsi hemen hemen aynı şeyler. Aşağıda bu 4 moda ait fotoğraflar bulunuyor.

Modlar

Soldan sağa sırasıyla: alıştırma, futbol, tenis ve duvar tenisi modları

Cihazın çalışacağına pek ihtimal vermezken neredeyse kusursuz bir şekilde çalışması (gamepadlerden biri arızalıydı ama biraz uğraşılsa çözülecek türden bir şey olduğuna eminim) beni şaşırttı. Seriye uygun olması için başlıkta “dirilte çabası” yazsa da pek çaba gösterdiğim söylenemez. Yine de meraktan içini açıp neler dönüyor bir bakayım dedim. Ahşap kasasının alt kapağını sökünce elle üretilmiş elektronik kartına ulaştım.

IMG_0131

El emeği, göz nuru elektronik kart

IMG_0134

Kartın tasarımcısı olduğunu tahmin ettiğim Ü.E.’nin imzası

Teletrans firmasının imzası

Teletrans firmasının imzası

Maalesef ne kadar uğraştıysam da bir türlü bu kartı kaldırıp incelemeye devam edemedim. Benden yaşlı olan bu cihaza saygımdan ötürü başına bir iş gelmemesi için fazla zorlamak da istemediğimden kartın fotoğraflarını çekip kasasını kapattım. TV’de tekrar test ettikten sonra geldiği yer olan dolabına geri koydum. Kendisi emeklilik günlerine devam ediyor.

Garibime giden şey internette bu cihaz ile ilgili çok az bilgiye erişebilmem oldu. 1-2 tane tarihi geçmiş ikinci el ilanı, 1 tane kısa inceleme ve 2 tane de forum postundan ibaret internetteki varlığı. Bendeki cihazın seri numarasını (2753) göz önünde bulundurunca en azından 2000 haneye girdiğini tahmin ettiğim bu cihaz ile ilgili daha fazla yazılıp çizilmesini beklerdim. Çalışan son birkaç örneğinden birine sahip olduğumu düşündüğüm Teletrans TV Sport’a saygılarımı sunar, günün birinde meraklısı gelip de bu yazıyı okursa altına 2 satır yorum yazmadan gitmemesini dilerim.

Oyun İzlemek

Oyunlarla alakalı yazdığım diğer iki yazının dışında kalan büyük çaplı yapımları bilgisayarım kaldırmadığından, fiyatları yüksek olduğundan ve çok vakit harcamak istemediğimden Youtube üzerinden gameplay videolarını izliyorum. Oyun izlemenin kimi zaman oynamaktan daha eğlenceli geldiğini söylemeliyim. Benim için bir oyunda en önemli bileşenler konu ve atmosfer olduğu için iyi bir oyuncudan izlemek yeteri kadar tatmin edici oluyor.

Gameplay konsepti ne zaman patladı ve bu kadar yaygınlaştı bilmiyorum ama şu an Youtube’da ciddi bir kitleye sahip bu tarz videolar. Özellikle PewDiePie kişisinin hayvani subscriber sayısı (an itibari ile 13 milyonun ile birinci sırada) ve her videosunun milyonun üstünde izlenmesi ile durumun ehemmiyeti hakkında fikir sahibi olmak mümkün. Adamın oyun olsun, sevgilisi ile birlikte çektiği soru cevap videoları olsun 1-2 milyon civarı izlenme rakamlarına sahip. Bunların yanında Slender, Amnesia, The Walking Dead ve Last of Us için çektiği videoların izlenme sayıları bölüm başına 2-6 milyona ulaşmış durumda. Funny Moments adı altında en komik anları topladığı videoların izlenme sayıları ise 20 milyonun üstünde. Bazen günlük bazen 2-3 günde bir video yüklediğini de düşünürsek inanılmaz bir izlenme sayısına sahip olduğunu görebiliriz (an itibariyle 2.425.183.582). Bu rakamlara ulaştığına göre çok ciddi bir gelir elde ettiğini tahmin etmek de zor değil.

Pewds dışında pek çok kişi gameplay videoları yüklüyor. Pewds’in onu diğerlerinden farklı kılan özelliği oyunun yanı sıra kendi muhabbetinin de videoya ayrı bir eğlence katıyor olması. Bunun farkında olduğu için oyun esnasında kendisini de çekip videonun bir köşesine ekliyor. Sempatik tavırları, fanlarıyla güçlü iletişimi bu kadar popüler olmasının diğer sebeplerinden.

Konuyu çok dağıtmadan son zamanlarda izlediğim oyunlar hakkında yorumlara geçeyim.

Last of Us’ı ilk E3 videosu çıktığından beri takip ediyorum. Geçen sene günlerce trailerını izlemiş ve her izlediğimde daha da hayran kalmıştım. Askerdeyken bile acaba çıktı mı diye düşündüğüm zamanlar oldu. Oyunun atmosferi, çevre ve NPC etkileşimleri benim şimdiye dek gördüklerim arasında en iyisi. Haziran ayında gameplay’ini aratırken PewDiePie ile tanışmama vesile oldu. Hikayesi, grafikleri, dinamikleri, müzikleri ve oynanışıyla hemen hemen kusursuz diyebileceğim bir oyun olmuş.

Yine PewDiePie sayesinde izlediğim bir oyun. The Walking Dead’in ile 2010 yılı sonunda çizgiromanları ile tanıştım. Zombi konspetini pek sevmesem de çizgiromanlarını çok başarılı buluyorum. Dizisinin ilk sezonunu da oldukça beğenmeme karşın ikinci sezonda eah dedirten olaylar sonunda 4. bölümünde bıraktım. Sanırım sonradan kendini toparlamış ama devam etmeye niyetim yok.

Bu kadar popüler bir ismin oyununun en iyi ihtimalle vasat olacağını tahmin ediyordum. Ancak sağdan soldan çok başarılı bir oyun olduğunu duyduğumda bir izleyeyim dedim. Sıradışı bir oyun sistemine sahip. Resident Evil kafasıyla zombilerle mücadele etmiyorsunuz; daha ziyade çizgiromandaki gibi insan ilişkileri üzerinden yürüyen ve yeri geldikçe adamı zıplatan sahnelere sahip bir oyun olmuş. Grafik, oynanış gibi konularda ortalama bir oyun olduğunu düşünüyorum ancak kurgusu, atmosferi ve dinamikleri oyunu efsane yapmaya yetiyor. 400 Days isminde bir de DLC’si çıktı temmuz gibi. Seneye devam oyunu gelecek.

Oyunun sonundaki yürek dağlayan sahnede çalan şarkı pek kişi gibi beni de ayrı bir vurdu. Alela Diane ile tanıştırdığı için ayrıca sevdim The Walking Dead’i.

Lara Croft ile ilk kez ’96 yılında Eidos’un Tomb Raider oyunuyla tanışmıştım. Bu güzel ablanın yeni nesil Indiana Jones olarak oradan oraya koşturup ayı öldürdüğü, gizem çözdüğü oyun çok büyük ilgi gördü. Sayısı 10’u aşan oyunu, Angelina Jolie’nin oynadığı 2 de filmi yapıldı. Oyun dünyasının efsanelerinden biri yani.

Ben ilk birkaç Tomb Raider’dan sonrasını bilmiyorum ancak 2013 tarihli son oyunda ilk oyunlara göre ciddi bir oynanış ve atmosfer farkı var. Öncelikle kahramanımız LC’nin hayatında ilk kez bu tip bir maceraya girdiğini bilmemiz gerekiyor. Oyunun başlarında biçare tavırlara sahip ablamız oyun ilerledikçe yaşadıklarının etkisiyle berserk moda giriyor ve alışık olduğumuz LC’ye bürünüyor. Grafikler harika, müzikler güzel, oynanış başarılı. Zorlu bulmacalara yer verilmemiş, genellikle yapmanız gereken belli ve lineer bir ilerleme söz konusu. Karakter gelişimi ve upgradeler oyuna değişkenlik katmış. Sürekli bir aksiyon durumu var ve hayatta kalma hissi yakanızı bırakmıyor.

Oyun ile alakalı gördüğüm tek kötü şey adanın cephanelik gibi olması. Adımınızı attığınız yerde mermi buluyorsunuz. Adada İkinci Dünya Savaşı zamanında askeri yerleşimin olması buna bir açıklama olabilir ama ilerledikçe 1940’tan kalma bir makineli tüfeği AK-47’ye upgrade etmek gibi tutarsızlıklar beni biraz rahatsız etti. The Last of Us’taki gibi sınırlı cephane ve tutarlılık hissine zarar vermeyecek upgradelere yer verilse daha iyi bir oyun olurmuş. Yine de 2013’ün en iyilerinden olmasına engel değil bu aksaklıklar.

Unutmadan belirteyim Pewds oynamadığı için TheRadBrad‘in kanalından izledim. Pewds kadar muhabbeti sarmasa da izlerken sıkmıyor. Pewds’ten sonraki seçeneğim oldu bu arkadaş.

Batının Oyunları – 2

Bir önceki oyun yazımdan bu yana 2 ay kadar zaman geçmiş. Bu süre zarfında benzer şekilde indie ya da o çapta birkaç oyun oynadım. Bunlarla alakalı fikirlerimi paylaşayım.

Sword & Sworcery 2011’de ilk olarak iPad ve iPhone için geliştirilmiş daha sonra gördüğü ilgi karşısında Androidi PC ve Mac platformlarına entegre edilmiş bir oyun. Yapımcıları “elegant music-inspired adventure videogame” olarak tanımlamış ama ben adam gibi bir kategoriye sokamadım. Adventure tanım için en yakın tür gibi duruyor ama zorlu bulmacalar beklememek lazım oyundan.

Grafikler pixel artın başarılı örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Müzikler ve sesler çok başarılı, özellikle üstünde durulduğu belli. Hikayesi hakkında söyleyecek çok bir şey yok. Kılıçlı kalkanlı kızımız gizemli bir kitabın peşinden gidiyor ve bu yolda aşması gereken engellerle mücadele ediyor. Dediğim gibi oyunda zorlu bulmacalar olmadığı gibi zorlu dövüşler de yok.

Oyunu farklı kılan gerçek hayatla bağı ve mizahi yönü. Örneğin bir bulmacayı çözmek için dolunayı beklemeniz gerekiyor ve bunu gerçek hayatta dolunayı bekleyerek yapıyorsunuz (bir nevi time hack seçeneği de sunuyor oyun sabırsız olanlar için). Karşılaşılan olayları tweet etme seçeneği de sunuyor oyun. Bu tweetler diğer oyunlarda olduğu gibi “hede hödöyü kazandım +5k puanım var” çiğliğinden ziyade “We spied a curious-looking nestbox with an inscription that read “Tweet & ye shall be re-tweeted”. #sworcery” şeklinde oyunun bizzat kendisiyle alakalı. Yarenlerimiz Girl, Logfella, Dogfella ve The Archetype bize izlememiz gereken yollar hakkında fikir veriyor.

Oyunla alakalı tek canımı sıkan konu dövüş kısımlarının çok yavaş ilerlemesi ve oyuna ilk girerken çok beklenmesi. Bunların dışında denenmesi gereken bir yapım.

Mark of the Ninja, oynadığım iki Klei oyunundan biri. Son zamanlarda oynadığım en başarılı arcade oyunu. Grafikleri ve dinamikleri muhteşem. Stealth ağırlıklı oynayabileceğiniz gibi yaradana sığınıp girişebilemeniz de mümkün. Yine de bir ninja olduğunuzdan ve birebir dövüşlerin zorlamasından ötürü gizliliğe önem verip ninjalık müessesinin hakkını vermeniz gerekiyor. Bu şekilde oynadığınızda dahi yapabilecekleriniz sizin seçimlerinize göre farklılık gösteriyor. İster kimseye görünmeden bütün haritayı geçin, ister avladığınız birini tavandan sarkıtıp diğerlerinin dehşete düşmesini ve yanlışlıkla birbirlerini vurmalarını sağlayın, ister zehirli ok atıp delirtin. Oyun ilerledikçe karakteriniz ve kullandığı araçlar gelişim göstererek oynayış tarzınızı ve seçeneklerinizi etkiliyor. Tüm bu çeşitlilik oyunun bağlayıcılığını arttırıyor.

Klei’nin diğer bir oyunu Don’t Starve. Minecraft tadında bir survival oyunu. Minecraft oynamadığım için bir karşılaştırma yapmam mümkün değil ancak ondaki gibi “topla, birleştir, geliştir, hayatta kal” düstruyla ortaya çıkmış bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Oyun uzun süredir hem geliştirilme aşamasında hem de oynanabilir olarak satılıyor. Her çıkan update ile oyuncuların tecrübelerine dayanarak ciddi değişiklikler yapılıyor.

Oyunun grafikleri, sesleri ve müzikleri son zamanlarda gördüğüm en iyiler arasında. Bu anlamda sanatsal yönünün çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Dediğim gibi oyun geliştirilme aşamasında olduğu için oynanış hakkında ileri geri konuşmak istemiyorum ama zor bir oyun olduğunu söyleyebilirim. En can sıkıcı tarafı öldüğünüzde oyunun bitmesi. Haritada denk gelebileceğiniz 1-2 spawn point var ve bayaa bi çabalayarak kendi spawn pointlerinizi oluşturabiliyorsunuz. Ancak bir kere öldükten sonra durumu toparlamak zor oluyor. Her şey bir yana oyunda hayatta kalmayı genellikle ölerek öğreniyorsunuz çünkü hiç beklemediğiniz anlarda ölüm sizi buluyor. Onca emek çöpe gidince insanın yeniden başlama şevki kırılıyor. Bu sebeple oyunu birkaç gün oynayıp bıraktım. Yıllar sonra bünyemde tamagotchi etkisi yaptı.

 

Bu bahsettiğim “batının oyunlarının” dışında yakın zamanda Türk yapımlarının adını sıkça duymaya başladım. Bunların arasında en çok ses getiren Nowhere Studios’un Monochroma‘sı Kickstarter denemesinden başarıyla çıktı. Aralık gibi oyunu çıkarmayı hedefliyorlar. Umarım beklenen etkiyi yapar. Bekleyip göreceğiz.

Batının Oyunları

Sevgili dostum Batı sayesinde oyun dünyasını ortalama bir mesafeden takip edebiliyorum. Kendisi indie bir oyun geliştirici olduğundan indie piyasasında çıkan başlıca oyunlara ve Türkiye’de neler olup bittiğine aşinayım (bunun için biraz facebook stalking yaptığımı itiraf edeyim). Bu yazıyı şimdi burada bırakın ve gidin adamın oyunlarından birkaçını deneyin.

Geri geldiğinize göre yazıya devam edebilirim. Geçenlerde yeni bir formatın ardından Steam kurduğumda farkettim ki 8-10 oyunluk bir kütüphanem olmuş (AZ AMA HEPSİ BENİM TAMAM MI!!?). Bunların hemen hemen hepsi indie ya da o ayarda oyunlar. Bunlardan yola çıkarak son zamanlarda (1-2 sene diyelim) oynadığım ve beğendiğim oyunlar hakkında yazacağım.

Hıristiyan inanışında Limbo, vaftiz edilmeden ölmüş çocukların ve İsa’dan önce yaşamış olanların gittiği yerdir. Bizim oyun da adından anlaşılacağı üzere buradaki bir çocuğu konu alıyor.

Limbo’yu iPhone’a çıktıktan sonra oynadım. Bilgisayarda ve PS3’te eminim çok daha büyük keyif veriyordur ama iPhone’da da son derece iyi vakit geçirtti (yapımcılara hakkımı helal ediyorum yani :)). Öncelikle oyunun kendine has bir atmosferi olduğunu söylemek lazım. Zaten oyunun en çok övülen kısmı da bu. Oynarken bir sanat eserini inceliyormuşsunuz hissine kapıldığınız oluyor. Son derece karamsar bir atmosfere sahip ve bu eğer kotarılabilirse benim çok sevdiğim bir mevzu. Tereddütsüz tavsiye edebileceğim bir oyun.

Bad Bots, askerden geldikten sonra oynadığım ilk oyun oldu. Üzerine söyleyebileceğim çok fazla şey yok, bildiğin shoot ’em up. Lineer bir oyun pek bir puzzle içermiyor. Şahsen beğendim, kafa dağıtmak için iyi bir tercih. Yine de çok bir şey beklememek lazım. Eski günlerine hatırına…

FTL askere gitmeden kısa süre önce oynadığım oyunlardan biriydi. Kendisi bir tür strateji oyunu. Bir tür diyorum çünkü sıradan bir strateji oyunu değil. Oyun nonlineer bir yapıda ve her şey random gelişiyor. Sizin olayların gelişimine göre taktik değiştirmeniz gerekiyor. Bu da tereddütsüz tavsiye edebileceğim bir oyun.

Home, pixel art grafiklere sahip bir gerilim oyunu. Gerilim diyorum ama aklınıza yaratıklar falan gelmesin. Kahramanımız neresi olduğu belli olmayan bir evde uyanıyor ve “nooluyoz yeeaa” kafasıyla cevaplar arıyor. Sizin yaptığınız seçimlere göre oyunun sonu değişiyor. Oyunu baştan sona 1 saatte bitiriyorsunuz. Alternatif sonlar için tekrar oynayabilirsiniz ama ben açıkçası tekrar oynamaktansa Google’dan alternatif sonları okumayı tercih ederim. Web sitesinde oyunun hikayesiyle ilintili ses kayıtları, video görüntüleri koyulmuş. Bunlarla konunun gerçeklik hissi arttırılmaya çalışılmış ancak ben daha iyi bir iş beklerdim. Niyet iyi ama uygulama yetersiz kalmış. Kesinlikle kötü bir oyun değil ama yarım kalmış bir iş hissi veriyor bana. Bu türü özellikle seviyorsanız deneyin.

Üzerine çok konuşmayacağım diğer bir oyun. Son zamanlarda oynadığım en iyi aksiyon oyunu. Kendisine has dinamikleri var. Zaten çok pahalı değil ama indirimde yakalarsanız düşünmeden alın.

Aha da bu listenin hayalkırıklığı. Batı’dan yediğim nadir kazıklardan biri. Adam bana o kadar övdü ki bir bildiği vardır dedim aldım. Oyun bir kart oyunu. Kart oyunlarına aşina olduğumu söyleyemem ama vaktiyle gerçek destelerle Magic oynamışlığım ve bilgisayarda 1-2 kart oyunu denemişliğim var. Oyun aşırı derecede kendini tekrar ediyor. Tek değişen arada bir gelen power up’lar ve yeni kartlar. Biraz da düşmanlar güçleniyor işte. Ama stratejinizi derinden etkileyen şeyler değil bunlar. Kartlar dağıtılıyor ve paldır küldür girişiyorsunuz. Yenilecekseniz yeniliyorsunuz, bunu değiştirmek için yapabileceğiniz çok fazla bir şey olmuyor genelde. 1 sene kadar oldu oynayalı o nedenle ayrıntısını pek hatırlamıyorum ama Batı’ya çemkirdiğimi unutmadım. Kötü oyun kısacası, tavsiye etmiyorum.

Az önce oynadığım oyun. Yakın zamanda en çok zevk aldığım oyunlardan biri bu oldu (diğeri Limbo). Oyun pek çok ödül almış, bunların arasında 2013 Apple tasarım ödülü de var. Hatta bu ödül şerefine adamlar ücretsiz verdiler oyunu bir süreliğine. Ben de bu sayede bedavaya getirmiş oldum ama ek görevler çıkarsa satın almak konusunda tereddüt etmem. Oyunda şimdilik 40 adet single player görev var. Ayrıca hotseat mantığında multiplayer seçeneği de var. iPhone ekranından hotseat yapma fikri pek mantıklı durmasa da iPad’de gayet rahat bir şekilde oynanabiliyor. Kısacası gözüm kapalı tavsiye edeceğim oyunlardan biri.